TÜRKİYE’NİN GERİCİLEŞMESİ, SÖMÜRGELEŞMESİ VE DEMİRTAŞ CEYHUN’UN “HAÇLI EMPERYALİZM” KİTABI ÜZERİNE NOTLAR

Featured image

-I-        

’un daha önce Habora Kitabevi Yayınları tarafından baskısı yapılmış araştırma kitaplarından biri, Haçlı Emperyalizm. Güncelliğini yitirmeyen bu kitap Seyyit Nezir’in de geniş bir önsunumuyla yeniden yayımlandı, tam 42 yıl sonra. Kitabın arka kapağına bu tarihsel araştırma için iddialı bir not düşülmüştü:

“Dinler, geleceğe yönelik mutlu düzen özleminden doğmuş toplumsal olgulardır. Kapitalizmle halkların din olguları arasında teorik bir çatışma vardır. Ve bu teorik çatışma, uygulamada devlet erkini elinde tutan kapitalizmin başarısıyla sonuçlanmıştır. Gerek feodalite, gerekse ticaret ve sanayi kapitalizmi dini denetim altına alabilmek için elinden geleni yapmış, sayısız insan kanı dökmüştür. Bizce bankerlerin, sermayedarların, plütokratların yani kapitalizmin insanlığı sürekli olarak egemenlik altında tutabilmesi, ancak dini denetim altına alacak düzenleri kurmasıyla mümkün olmaktadır. Bu kitap Anadolu’da bunun nasıl oluştuğunun hikâyesidir.”

2009’un Temmuz’unda kendisini kaybettiğimizde kitabın henüz baskısı Broy Yayınlarınca yapılmamıştı sanırım. Çünkü kitap aynı yıl kasım ayında Seyyit Nezir tarafından kendi yayınevi tarafından yayımlanabilmişti (Broy Yayınevi/Sis Çanı Yayıncılık). Eski bir kitap olmasına rağmen konusu günceldi.

Seyyit Nezir’e gelirsek: O daha çok şair yönüyle tanınmış, buna bir de bastığı kitaplarla yayıncılık kimliğini de eklemiştir.  Tabii dergicilik geçmişi de olan yazar ilk şiir kitabı “Şili Duyarlılığı”nı basarak edindiği bu kimliği Broy Yayınevi’nin ardından kurduğu Sis Çanı Yayıncılık’la sürdürüyor.

hacli-emperyalizm-demirtas-ceyhunDemirtaş Ceyhun’un daha önce ve çeşitli yayınevlerinden çıkmış araştırma-inceleme kitapları Sis Çanı Yayıncılık tarafından yeniden yayımlanıyor. Haçlı Emperyalizm, “Anadolu devletlerinde toprak düzeni ve devlet-din ilişkileri üzerine bir inceleme.” Ceyhun, Anadolu’da tam olarak kapitalistleşmemenin ve toprak düzeninin sonuçları üzerine kurduğu bu düşüncenin izini göç olgusu çerçevesinde “Ah Biz Karabıyıklı Türkler”, “Ah Biz Göçebeler” ve “Türk Edebiyatındaki Anadolu” kitaplarında da sürmüştü. Kitabın başındaki alıntı (epigraf) incelemede öne sürülen hipotezlerden de birisi:

“…ekonomisi fetihlere dayalı bütün Doğulu İmparatorluklarda olduğu gibi Osmanlılarda da, özel toprak mülkiyeti hakkı kavramından yoksun ve bütünüyle sultanların iradesine bağımlı üretim ilişkileri, bu süreçte öteki Batılı toplumlarla birlikte gerekli evrimleri geçirip feodal döneme sıçrayamamıştır. Dolayısıyla da kesinlikle kapitalistleşememiş, bu Doğulu karakterini 19.ty’ın ikinci yarısına kadar korumuştur. Bu nedenle, düşünce ve felsefesi de, öteki Batılı toplumlardakinden oldukça farklı yapıdadır.” (D. Ceyhun)

Benzer geçmişe bağlayanlardan biri de Fransız tarihçi Fernand Braudel’dir. Braudel’e göre 19.yy’a kadar Avrupa’da modern devletin gelişmemesi kapitalizmden yoksunluğa bağlıdır. Friedrich Engels ise Anti-Dühring adlı yapıtında 19.yy’da yeniden şekillenen devletlerin (modern) kapitalist bir makine haline dönüşerek sermayenin de ulusal karakter kazanmasıyla ortaya çıkan sömürü düzeninin bir mülkiyet sorunu olduğunun altını çizer.  Toprak üzerinde ortaklaşa mülkiyetin bulunduğu eski doğal topluluklarda, kölelik ya kendini göstermez ya da çok ikincil bir rol oynardı. Özel mülkiyet kurumunun varlığı günümüzde olduğu gibi eski uygarlıklarda bile çok eski çağlardan beri zora dayalıydı. İşte bu tarihsel şiddetin (zorun) kısaca despotizmin rolü devletle din kurumları arasındaki ilişkileri de belirledi.

Hikmet Kıvılcımlı, “Her toplumun temeli üretim  olduğuna göre prekapitalist üretimin yerine kapitalist üretimin geçişi bir toplumun bütünüyle tepeden tırnağa altüst olması demektir. Onun için tarihte sosyal ihtilalcilik kapitalizmin icadıdır.” der. (Üretim Nedir? Derleniş Yayınları, 5.Baskı, S.53). Kıvılcımlı’ya göre, kapitalizmin tarihte işbölümüyle açtığı ileri yol sonucu toplumun ortaklaşmasıdır, sosyalleşmesidir. Bunu derken Max Weber ve Werner Sombart gibi din ve kapitalizmi uzlaştıran modern kapitalist devlet kuramcılarını unutmamak gerekir. Weber, ünlü eseri Die protestantische Ethik und der Geist des Kapitalismus (Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu)’ta “Sermaye  sahipleri ve işverenler, hatta işçi sınıfının eğitim görmüş yüksek tabakası; özellikle çağdaş işkollarında yüksek düzeyde teknik ya da ticari eğitim görmüş personel, Protestan özellikleri taşır.” diyordu. Werner Sombart da “The Jews and Modern Capitalism (Kapitalizm ve Yahudiler)” adlı kitabında Yahudilik ve kapitalizm arasındaki uyumu irdelemiştir.

Osmanlı toplum yapısı ve   çözümlemeleri ile tanıdığımız ve Şeyh Bedreddin incelemeleriyle dikkatimizi çeken Alman tarihçi Ernst Werner, bu kitaplardan birisinde  F.Engels’in saptamasını ortaya koyar:“Yakındoğu’ya toprak mülkiyetini Türkler getirmiştir.”  (Şeyh Bedreddin ve Börklüce Mustafa, Kaynak Yayınları, 2.Basım, S.15)

Bu kitapta  Werner, Osmanlı’daki özellikle Mustafa Börklüce ve Şeyh Bedreddin’in  ayaklanmalarının  kökenlerine değinmiş, her ikisinin arasındaki farkı ve dünyadaki köylü hereketleriyle  Türklerin  tarihindeki en önemli olay olarak nitelediği Osmanlı toplum yapısında gerçekleşen bu hareketi karşılaştırmıştır.

Osmanlı toprak düzeni ve devletçiliği hakkındaki görüşleriyle de bilinen Kemal Tahir, Yorgun Savaşçı’da şöyle demektedir: “Tarım topraklarının mülkiyetini elinde tutan, tekele alan, denetleyen sosyal örgütün ana özelliği talancılıkla belirlenemez. Bütün bu işleri başarabilmek kısacası toplumun varolabilmesini savunmak için sizin devletiniz sırasında despot da olmak zorundadır. Sizin beş bin yıllık toplum tarihinizde devletten başka kutsal hiçbir şey yoktur.” (Tekin Yayınevi, 14. Basım, S. 147-148) Tahir’e göre ile birlikte bu karakteri  ortadan kaldırılmıştır.

Hikmet Kıvılcımlı da bu tahlile katılmakta. Kıvılcımlı’ya göre Tanzimat, Kanuni Esasi, Meşrutiyet, Cumhuriyet vs reformlarla yani Batıcılık (Türkçesi kapitalistleşme) cereyanıyla milli topraklar  zenginlerin mülkiyetine geçirilmiştir. Bunlarla Modern Türkiye’nin yeni  emlak ve arazi sahipleri oluşmuştur:

“Gerek İslam gerek Bizans medeniyetinin son günlerinde toprak ilişkileri; toprakta çalışanların (köy üretmenlerinin) yaşayışını dayanılmaz işkence durumuna sokmuştu. Göçebe Türk geldi. Anadolu’nun ve Rumeli’nin ister İslam olsun ister Hristiyan olsun Selçuklu Bizanslı derebeğilerini kılıcı ile temizledi. Ve temizler temizlemez ele geçirdiği derebeği topraklarını bugün pek çok sosyalist ülkelere parmak ısırtacak eşitlikte çalışanlara dağıtıverdi. İşte Osmanlıcılığın gençlik çağı ve ilericiliği dediğimiz şey budur. Böyle köklü ve toprak ihtilali yapan Osmanlı Türkiyesi ilk günlerinde kadim çağların en çiçeklenmiş, en adaletli, en insancıl düzenlerinden birini yaşadı.” (Hikmet Kıvılcımlı, a.g.e.)

Yakup Kadri Karaosmanoğlu da “Ankara” romanında yerdiği Batılılaşmanın Türkiye toplumu üzerindeki olumsuz etkilerini benzer biçimde ifade eder: “Bizim ruhumuzdaki yeni hayat prensibinin, yeni hayat özünün tomurcuğu çatlamadı. Çatlamış olsaydı, memleketteki hayat şartlarının yalnız küçük bir ekalliyet lehine değil bütün millet için değişmiş olması lazım gelirdi.” (Ankara, İletişim Yayınları, 27.Baskı, S.123) Yazar yine Kemal Tahir’de olduğu gibi  “Selma Hanım’ın evindeki viskili, çaylı ziyafeti şerbetli mevlütten 2-3 km’lik bir mesafe ayırıyordu. Yarım saat evvel aksayı garpta (uzakbatı)  idi. Şimdi ortaçağ Asyasının göbeğinde. Bu kadar iri caçlı (eğri büğrü, engebeli) bir cemiyet içinde doğru yolu nasıl bulmalı?” diye de soruyordu.

Üretim Nedir?’de, “20.yy’da kapitalizmin derebeğiyleşmesi demek olan finans-kapital ile tefeci-bezirgânlığın derebeğileşmesi demek olan Osmanlı toplumu hemen hemen can cana, baş başa kuzu sarması oldular. Ve bu eşleşmeden bizim ‘karma ekonomi’ dediğimiz sistem dünyaya geldi.” diyordu Hikmet Kıvılcımlı.  Doğunun despotluğu ile Batı sömürüsü arasında yuvarlanıp duran Türkiye…

Avrupa tarihindeki gelişmeler ve Eski Roma Hukuku, Avrupa hukukunun şekillenmesinde ve daha sonra ortaya çıkan idealist düşüncesinin gelişiminde etkili olmuştur. Güçlü bürokrasi ile idari mekanizma Roma devletinin yönetiminin temeliydi.   Roma hukuku özel hukuku savunuyor, imperium denilen kamu otoritesi ve gücünü imparatora (şefe) vekâlet yoluyla devrediyordu.  İmparatorluk döneminde yönetim erkinin tek bir kişinin elinde toplanması (princeps) yani halkın iktidarını princeps’e devretmiş olduğu kabul edildiğinden, Roma İmparatorları Roma’nın yüceliğini kendilerinin temsil ettiklerini ileri sürmüştür. Bir tür tanrısal güç kazanan İmparator, yurttaş olan ya da olmayan herkesi bu simge etrafında birleşmeye çağırıyordu.

hacli-seferleri-ve-bati-emperyalizmi

stoacılığının Roma’ya da tabi kılınması, orada bu panteist akımın bir form oluşturması  tek bir dünya devletini savunmalarında yatar. Stoacılığın bu karakteri imparatorun ve kilisenin görüşüne de uygun düşüyordu.  Hristiyanlık dogma ve prensiplerini diğer felsefi fikirlere karşı savunma dönemi olarak anılan  Patristik dönemde  Augustinus adlı Hristiyan düşünür felsefeyi de dine tabi kılmıştı. Civitas Dei (Tanrı Devleti) adlı eserinde Hristiyan kilisesini Tanrı’nın şehri olarak nitelendiriyordu. Aziz Augustinus ile birlikte yaşanan bu ideolojik dönüşüm sayesinde Roma evrenselliğini ilan etmiş ve Roma’nın yazgısının dünyanın yazgısı olduğu kabul edilmiştir.

Hristiyanlık öncesi Roma toplumu sınıflı bir yapıya sahipti. Devletin yönetim örgeni centuria adı verilen mecliste söz sahibi olanlar ağırlıkla aristokratlardı (patrisyenler). Bu organlar askerler, büyük toprak sahipleri ile orta halli çiftçilerden oluşmaktaydı. Romalı soylulara göre iki asil meslek söz konusu idi: Tarım ve askerlik. Buna karşılık zanaatkârlar ve fakirlerden oluşan halk kitlesinin (plebyenler) mecliste temsil olanağı çok zayıftı.  9.yy’da, İmparator Valentinian II. Gratian ve Theodisius I’in fermanlarıyla Roma’nın resmi dini haline getirilmiştir Hristiyanlık. Aziz Paulus’a göre, “Tanrıdan gelmeyen yetki ve iktidar yoktur (Comnis potestos adeo)”. Böylece o zamana değin gayrı resmi olarak var olan kilise resmen toplumsal hayata giriyordu Hıristiyanlık düşüncesinin, Yunan-Roma düşünce geleneğinden temel farkı, akıldan ziyade “ruh”a hitap etmesinde yatar. Bu defa halk mutlakiyet yerine iki otoriteye boyun eğmek durumunda kalıyordu: Cismani ve ruhani iktidara (düalist iktidar). Yani Hz.İsa’nın dediği gibi, “Sezar’ın hakkı Sezar’a, Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya” ait olacaktı.

Roma İmparatorluğu din sayesinde baskıları ve talanı (emperyalist emellerini) gizlemeyi ve bunlara meşruluk kazandırmayı hedeflemiştir. Roma İmparatorluğu İ.S. 9.yy’a gelindiğinde, çok farklı kavimleri bir arada tutmak için, yaklaşık dört yüz yıldır var olan Hristiyanlık dinini manevi bir çimento olarak kullanmak yoluna gitmiştir. George Sabine, “Dinin desteği olmaksızın dünya imparatorluğunu sürdürmek hiçbir zaman mümkün olmamıştı. Çağdaş ulusçuluk duyguları gibi sağlam bir bağdan yoksun olan halklar, şehirler ve  kavimler arasında ortak bir dinden başka bir birleştirici ilişki kuramıyorlardı.” der. İktidara karşı gelmek Tanrı’ya karşı gelmek anlamına geliyordu. Hristiyanlık idealist düşüncesine (metafiziğine) göre sosyal eşitsizlikler önemsenmiyordu; egemen-sınıfçı, statükocu idi ve eşitlik sadece öbür dünya için söz konusuydu.

Bizans yaklaşık 7 yüzyıl boyunca yönetim şekli olarak “thema” adı verilen idari birliklere ayrılarak yönetilmiş, daha sonra da imparatorluğun küçülüp birbirinden ayrı parçalara bölünmesiyle ortaçağdaki gibi yeniden “apandaj” sistemine geri dönülmüştür. Bu birlikler 7 ila 14.yy’lar arasında uygulanan askeri ve sivil yönetimi birleştiren ve tarıma dayanan  idari birimlerdi. Başında da “strategos” denen komutan-valiler bulunurdu.

Apandaj, ortaçağdaki liyej-vassal ilişkisine dayanan yönetim sistemi (derebeylik) idi ve İmparatorluk üç apandaj bolgesine bölünmüştü. Bizans’ın çöküş dönemindeki etkenlerden birisi de toprağın eşitsiz bölüşümü ile olmuştur. İmparatorluktaki büyük zenginlik küçük bir azınlığın elinde toplanmıştı ve çoğu, büyük arazilerden oluşan mülkler biçimindeydi. Büyük arazi sahipliği müessesesi İmparatorluğun başlangıcından itibaren Bizans toplumunun özelliklerinden birini oluşturmuştur. Büyük mülk sahipleri 9. yy sonlarından itibaren küçük köylü toprakları aleyhine arazilerini genişletmeye başlamışlardı. Bizans İmparatorluğu’nda da bir tür tımar sistemi, Pronoia uygulanmaktaydı. Çöküş döneminde imparatorun soyluların kendi başına buyruk hareket etmesi ve kralın desteğini yitirmemek için bunların tevarüs edilmesine göz yumması sonucunda pronoia iktaı yani imparatorca bağışlanmış mülklerin ve diğer varlıkların miras yoluyla bırakılabilmesine izin verilmişti. Bir tür derebeyliğe yol açan bu etken imtiyazlı sınıfların oluşumuna  yol açmıştır. Paleologos hanedanı zamanında hem dünyevi ve ruhani büyük arazi sahiplerine verilen imtiyazlarla büyük arazi sahiplerinin vergi yükümlülüğünün ortadan kalkmış olması hem de devletin asıl yükünü çeken yarı-özgür (paroikoi) köylülerle küçük toprak sahiplerinin varlıklarını kaybetmesinden dolayı devletin ekonomisi daha da bozulmuştur.

Umberto Eco, “La Ricerca Della Lingua Perfetta (Avrupa Kültüründe Kusursuz Dil Arayışı)” adlı kitapta şöyle demektedir: “Ancak Modern dünyanın kastettiği anlamda Avrupa’dan sözedebilmek için Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasını ve Romalı-barbar krallıkların  doğuşunu beklemek gerekecektir.” Ne Haçlı yardımları ne de Doğu zenginlikleri  Bizans’ın yani Doğu Roma İmparatorluğu’nun çöküşünü engelleyemiştir. Bizans’ın çöküş nedenleriyle Batı Roma’nın çöküş nedenleri örtüşür (her ikisinde de meydana gelen toprakların imparator ve yakın çevresine paylaştırılması, ekonomik sebeplerle derebeyliğin desteklenmesi ve küçük üretmenliğin ortadan kaldırılması ile yabancı ve paralı askeri güce dayanması gibi nedenler).

İktidarın güce dayanması fikrini İtalyan Rönesansı düşünürlerinden Makyavelli’de de görürüz. Prens sevilir ve korkulur olmalıdır. Makyavelli’ye göre de din devletin bir aracıydı. İlk eseri “Konuşmalar”da uzun erimli bir cumhuriyet rejimini ileri gören düşünür İtalya’nın işgal edilmesi üzerine İtalyan birliğinin sağlanması amacıyla hükümdara öğüt niteliği taşıyan  (Lorenzo de’ Medici) ve kısa erimde tek çözüm olarak monarşik ülke yönetimini ele alan bir yapıt yazar: Hükümdar (ya da Prens). Monarşi onun gözünde devlet-güç-uygarlık ilişkisine dayanır. Niccolò Machiavelli bu kitapta şöyle demektedir: “Roma İmparatorluğu’nun çöküşünü araştırmaya kalktığımızda birincil nedenin Gotlardan aldıkları paralı askerler olduğunu görürüz. İmparatorluğun güç yitirmesi buradan başlamıştır. Romalı saygınlığını yitirdikçe Gotlar saygınlık kazanıyordu. Kendi öz silahlarınız yoksa hiçbir hükümdarlık güvende değildir. Hükümdarın öz silahlı gücü ya uyruklarından, ya yurttaşlarından ya da kendi adamlarından oluşur, geri kalanı ya paralı ya da yardımcı askerlerdir.” (Hükümdar, Türkiye İş Bankası Yayınları, 5.Baskı, S.55-56)

ingiliz-emperyalizmi

Hikmet Kıvılcımlı “Üretim Nedir?”de, “Osmanlı Türkiyesi ilk günlerindeki  en insancıl düzeninden bugünlere nasıl gelmişti?” sorusuna şöyle açıklık getiriyor: “Osmanlı ilk yıllarında beytül mal’i müslimin yani fethettiği toprakları müslümanların mal evine dönüştürüyor (miri arazi dediğimiz) sonra beğendiğine aktarıyordu. Devlet, 1695 yılında yayınlanan ferman ile mukataaların kayd-ı hayat (ömür boyu) şartıyla umuma açık müzayede ile satılmasını kararlaştırmıştır. Buna da kesimcilere ömür boyu kiralanan mülk, toprak anlamında  “malikâne” sistemi adı veriliyordu. Osmanlı mukataa (kesim düzeni) usulüyle miri toprakları şeriate yani Allahın emrine aykırı olarak (zındıklık)  kişilere aktarıyordu (yani aşırma). Vakıflarla hazineye para sağlamak bahanesiyle toprakların Allah’a adanması, aslında Müslüman malevi topraklarının kişilere mülk olarak satılması demekti.”

Dirlik düzeni (tımar sistemi) Osmanlı toprak ihtilali ile kurulmuş bir tarım ekonomisidir. Tımar sistemi Tanzimat Fermanı’na kadar uygulandı. Askerlere verilen -işgaliye- 20 ila 3  bin akçelik dirlik özetle merkezin taşra egemenliğini amaçlıyordu.

Tımar sisteminin tam olarak işlediği Osmanlı Klasik Dönemi, Osmanlı Devleti’nin en parlak dönemi olmuştur. Sistemin kökeni Ortaçağ İslam dünyasındaki “ikta” sistemine dayanmaktadır. Büyük Selçuklular ve Anadolu Selçuklularında uygulanmış, daha sonra kuruluşundan itibaren (Osman Gazi) Osmanlı Devleti’nde de devam etmiştir Bursa’nın ve İznik’in fethinden itibaren Osmanlının tam olarak yerleşik düzene geçmeye başladığı dönemde daha da gelişmeye başlayan tımar (arazi) sistemi savaşçıların ganimet karşılığı aldığı paylardan (akçe ve bir parça toprak) oluşuyordu. Barış zamanlarında savaşçılar bu vergiden muaf olarak toprağını işleyen hayvancılık yapan çiftçilere dönüşüyordu.

Daha sonra Osmanlı’da da tehdit olarak algılanan yerli halk ve göçebeler sorunu devşirmeler (yeniçeri) ve tımar sistemiyle çözümlenmeye çalışılmıştır. Seyyit Nezir de Osmanlı’dan bugüne Toplum ve Devlet’ten (Kaynak Yayınları) alıntılayarak Haçlı Emperyalizm’de benzer bir notu düşüyor: “Nizamülmülk Siyasetname’sinde halk kitlesiyle kan bağı bulunmayan bir ordu kurulması için farklı etnik soylara dayanma ilkesini getirir. Doğu Perinçek, Selçuklu ve Osmanlı’daki bu uygulamayla yönetimin kendisini güvenceye alışına dikkat çeker: Nizamülmülk’ün teorisini yaptığı yeni sınıflı toplum ve devlet, kan bağının çözülmesi temelinde kurulmuştur. Osmanlı, bu temelin daha da olgunlaştığı bir zeminde yükselir. Devşirme yeniçerilerin oluşturduğu bir merkezi ordu, geniş Türkmen kitlesi üzerindeki hâkimiyetin garantisidir.” (a.g.e., S. 122) Büyük Selçuklu Devletinin İran kökenli bu ünlü başveziri, toprak sisteminin merkezileşmesi ve medrese sisteminin oluşturulmasında önemli bir rol oynadı. Werner de Nizamülmülk’ün devlet felsefesinin (Siyasetname) temelinin büyük bir imparatorluk hayali ile boyunduruk altına alınan halkların baskı altında tutulmasına dayandığını ifade etmektedir.

Dirlik sistemiyle hazineden para harcamadan güçlü ordular oluşturulmuş, dirlik bölgesinin asayişi sağlanmış ve devletin de iç ve dış güvenlik sorunları çözülmüştü. Üretimde süreklilik sağlanmış, ülke bayındır hale getirilmiş, göçebeler yerleşik hayata geçirilip halka zarar vermeleri önlenmiş, böylece sosyo-ekonomik dengeler korunmuştu. Timur’la yapılan savaştan dolayı bir duraklama dönemine giren tımar sisteminde Fatih Sultan Mehmet devrinde tımar topraklarının arttırılması ve aksaklıkların giderilmesi konusunda yeni düzenlenmelere gidilmiş, daha önceden devlete ait mülk veya vakıf haline gelmiş olan topraklar tekrar miri hale getirilmişti. Tımar teşkilatı Kanuni Sultan Süleyman devrinde tekâmülün zirvesine ulaşmıştı. Kanuni’nin tımarlarla ilgili fermanları bu hususta çok açık birer delil teşkil etmektedir.

“Türk Edebiyatındaki Anadolu” ve “Edebiyatımı Geri istiyorum” adlı kitaplardan da yola çıkarak  “Ceyhun’un Şeyh Bedrettin’le özel olarak ilgilendiğini biliyoruz” diyor Nezir. Bu vurgusu Anadolu’daki ayaklanmalarla Avrupa’daki ayaklanmaların sosyal ve ekonomik nedenlerinin benzerliği ile sonuçlarının farklılığını vurgulaması açısından da dikkat çekici ve günümüze ışık tutmaktadır.

Şeyh Bedreddin incelemesinde Ernst Werner, “Avrupa’da Türkiye’den farklı olarak görülen şey, hukuki ve iktisadi durumun iyileşmesidir. Bu da sınıf mücadelesinin boşuna olmadığının, ilerlemeye hizmet ettiğinin kanıtıdır.” demektedir: “Luther, prensleri, derebeyleri, üst kademe görevlileri papa ve piskoposlara karşı ayaklandırmayı başarmıştı. Müntzer’se  köylüleri  bütün bu kişilere karşı ayaklandırmıştı.(Maurice Pianzola, Thomas Müntzer ve Köylüler Savaşı, Evrensel Basım Yayın, S.11)

Avrupa’da belki de en dikkat çekici olanı 1525’teki Thomas Müntzer’in başını çektiği köylü ayaklanmasıdır ve Almanya’da gerçekleşmiştir. Bin yıllık feodalitenin ardından yenileşme, Reform ve hareketinin gelişmesiyle beraber aynı sırada köylüler, küçük toprak sahipleri ve kent üretmenleri (yani burjuvazinin ilk nüveleri) de eski düzenin egemen unsurlarına karşı (kilise  ve derebeylerine karşı) Omnia sunt communia, yani “her şey ortaktır” sloganıyla ayaklanmışlardı. “Alman Köylüler Savaşı”nda Friedrich Engels,  16. yy.’da gerçekleşen Köylüler Savaşını ve Reform hareketini, Almanya topraklarındaki ilk burjuva devrim olarak yorumlar.

Hem Ernst Werner hem Hikmet Kıvılcımlı, burada adı geçen kitaplarda, Anadolu’daki ayaklanmaların en büyük sebeplerine vurgu yapar. O da isyanların temelinin Anadolu’da hüküm süren gerici karakterli tefeci-bezirgân sınıfın hâkimiyetidir. Şeyh Bedreddin (özellikle Mustafa Börklüce’nin dayandığı temelde) ve daha sonraki Celali ayaklanmalarında da görülecek üzere isyanların gelişimini ateşleyen kıvılcım ile itici güç, sömürü düzeni ve köylünün artı değerine el konmasıydı. Mustafa Börklüce sınıf tandanslı tüketim komünizmine dayalı bir hareket planlıyor:

“Mustafa’da hoşgörü düşüncesi, deyim yerindeyse yüksek İslamın yüzeysel, soğuk  ve yararcı sahasından koparılmış ve halkın bağrına taşınmıştı. Eski düzen yıkılmadan ne dinsel ne toplumsal eşitlik elde edilebilirdi.” (E.Werner, a.g.e., S. 108)  

Vakayinameler Börklüce’nin silahlı adamının 2-3 bin Ducas 6 bin adamdan oluştuğunu söylüyor (S. 99). M Fuat Köprülü ise Manisa yöresinde ayaklanan Torlak Kemal önderliğindeki Torlakların Osmanlı’nın Anadolu’yu merkezileştirmesine karşı ayaklanan Türkmenler olduğunu varsayıyor ve 7 bin taraftardan oluştuğunu belirtiyordu.

Beyazıt’ın Timur’a yenilmesiyle başlayıp Çelebi Mehmet’in Musa Çelebi’yi yenmesiyle biten Fasıla-i Saltanat (saltanat boşluğu) da denilen Fetret Devri (1402-1413) içinde meydana gelen bu ayaklanmalar Avrupa’dakilerle mukayese edilecek olursa sayıca ve sürece daha geniş edimli bir isyana dönüşmüş harekettir. Beyazıt, I.Murad’dan farklı olarak Doğu’ya özgü despot hayatı sürüyor, yörüklerin basit yaşam kültürüne karşılık devletin yönetiminde saraylı yoz kültürü benimseyerek ulemaya dayanıyor, eski gazi düşüncesine aykırı yabancı ordulardan kurulu yardım birliklerini savaşa sürüyor, hazine biriktirip halkını vergilendiriyordu. Beyazıt her türlü yöntemi kullanarak devleti feodalleştirmeyi amaçlıyordu. I. Murad ve Beyazıt için, askeri demokrasiden  erken feodalizme geçiş döneminde fetih devletinin ihtiyaçlarını karşılayan tımar sistemi hedefledikleri asker aristokrasisinin oluşturulması için de gerekli idi. Ordunun güçlenmesi merkezi iktidarın güçlenmesine yarıyordu.

Beyazıt’ın  Timur’a yenilmesi Osmanlı’nın merkezi despotluğuna karşı Anadolu beyliklerinin daha özgür olması demekti. Ancak Beyazıt’ın daha esaret altındayken ölümüyle  kardeşlerden en büyüğü  Süleyman’ın da onu izleyip Türk savaşçıları yerine yabancı güçlere dayanması Anadolulu göçebe (yörük) kabileleri Musa’ya yöneltmiştir. Musa ise taht kavgasına girişen dört kardeşten en küçüğü Çelebi Mehmet’e karşılık Anadolulu Türk beylerinin desteğini arıyor, Osmanlı aristokrasisinden uzak durmayı tercih ediyordu. Ancak Musa öldürüldükten sonra Çelebi Mehmet her türlü yöntemle kabile savaşçılığını bastırmaya çalışacaktır. Ernst Werner kitabında antifeodal ve antiaristokratik güçler  yanında Bedreddin’in de bir kazasker olarak Musa’nın safını seçtiğini belirtir.

Kıvılcımlı’ya göre derebeylik düzeninin getirdiği noktada kapitalizmin gelişmesine ayak uyduramayan  medeniyetler çöküş içine girmiştir. Tüketim odaklı tarım ekonomisine dayalı devletler, Marx’ın ifadesiyle geniş yeniden üretim demek olan mükemmel alet ve metotlarla yapılan  daha çok ve daha ucuza mal (meta) üretiminin yani kapitalist sistemin karşısında allak bullak olmuşlardı. Öte yandan Osmanlı’da köylülerin ve çiftçilerin alınterleriyle bayındırlaştırdıkları topraklar  Tefeci Bezirgân sınıfın eline geçmiş, Osmanlı derebeyleşmişti: “Kendi anayurdu dışına matahlarını süren kapitalist üretim, oralarda dahi ekonomi ilişkilerini bire dek kırıp geçirdi. Örneğin Türkiye’de; Hindistan’da, Çin’de: Batı kapitalizmi ile yüzyıllardır süren ekonomik ilişkiler hep kapitalist matahlarının yaylım ateşi önünde  prekapitalist ekonomileri (küçük esnaf ve köylü ekonomilerini) darma duman etti. Böylece yeryüzünün geniş bölgeleri sömürge yahut yarı-sömürge durumuna girdi.”  (a.g.e.,Üretim Nedir?, S.54)   

Üretim Nedir?’de Osmanlı’nın sosyal yapısı ile toprak ilişkileri ve toprak düzenini inceleyen Kıvılcımlı daha sonra yayımlanan “Finans Kapital ve Türkiye” adlı metinde ise finans-kapitalin Türkiye’deki işleyişini ele almıştır. Kapitalizm gerici emperyalizme yani Finans kapitalizme döndü. Finans kapital ne demek; tıpkı derebeylik sonrası toprakları eline geçiren tefeci bezirgân para babaları gibi birkaç büyük şirketin ve uluslararası bankanın yani büyük kapitalin (sermayenin) yani yeni para babalarının tüm ekonomiye ve sosyal ilişkilere  egemen olması demek. Basit üretim sürecinden henüz çıkamamış, toprak reformunu da yapamamış Osmanlı Türkiye’si, Batı kapitalizminin gözünde hammadde ve pazar sunan bir ihtiyat sömürgesi idi.  İmtiyazlı borçlandırmalar yoluyla bunun önü açıldı ve Batı ticaret sermayesi hâlihazırdaki tefeci bezirgân sınıfı kompradorluk (acente bezirgânlık) vasıtasıyla ülkeye girdi. Ve bunların hepsi  pek azı dışında yabancı kökenli idi. İslamın fıkıh hükümleriyle yasaklanmış olan şeriat toprağının devrine bir de tefecilik (Kur’an’da riba) eklenmişti.

Kapitalizm 19.yy  sonuna kadar serbest rekabetçi idi. 20 yy başlarında bazıları diğerlerini de ezerek tekelci (büyük kapitalist) konumuna geldiler ve gelişmiş ülkelerde tamamen baskın konuma geçtiler. Bu bir avuç kapitalist (oligark) oligarşi düzeni kurdu. Oligarşi yani plütokrasi zenginlerin tahakkümü anlamına gelir. Bunlar  ekonomik yapı (alt yapı) temelinde bütün üst yapı ilişkilerine de (hukuk, kültür, politika, din)  el attılar.

modern-hacli-teskilati-nato

Terry Eagleton, “Eğer feodalizm, kapitalizmin yolunu açtıysa, bunun nedeni ikincisinin üretim güçlerini daha verimli hale getirmesi değildi, kırsal kesimde feodal sosyal ilişkiler, kapitalist ilişkiler tarafından yerinden edilmişti.” demiştir. (Marx Neden Haklıydı?, Yordam Kitap, S.66) 

Dünya Sistem Teorisi’nin kurucusu ve bağımlılık kuramının önde gelen savunucularından Immanuel Wallerstein ise, “tarihsel kapitalizmin ilerici burjuvazi tarafından alaşağı edilmesi yoluyla yıkılması imgesinin yanlış olduğunu savunarak, dağılmakta olan eski sistemin (feodalitenin) kendisinin, burjuvaziye dönüşen toprak sahibi yani soylularının, dağılmayı belirsiz sonlara doğru yol almaya bırakmaktansa, doğrudan üreticileri sömürme yetilerini ayakta tutmak ve önemli ölçüde büyütmek amacıyla köklü yapısal cerrahi işine giriştiklerini” öne sürmekte idi. (Tarihsel Kapitalizm, Metis Yayınları, 4. Basım, S. 90)

Sanayi devrimi dalga dalga ve birtakım aşamalarla (buhar gücü, kömür gücü, çelik işleme, elektrik, iletişim ve elektronik) gelişmişti. Jack London plütokrasiyi “Demir Ökçe” olarak adlandırmıştı. Emperyalist kapitalizmin henüz başlarında kaleme aldığı romanda şunları yazıyordu: “Kapitalist sınıf kötü ve yanlış bir ekonomik  sistem kurmuştur. Modern insanın mağara adamına bakarak bin defa daha fazla üretim kabiliyetine sahip olmasına rağmen, ondan sefil yaşaması gerçeği karşısında kapitalist sınıfın toplumu kötü yönettiğinden başka bir sonuca varılamaz.”(Demir Ökçe, Evrensel Basım Yayın, 2. Basım, S.72) 

Kapitalizmin ilk nüveleri kumpanyalar halinde ülkemize de girdi hem de daha 19.yy ortalarında. Bir gemicilik kumpanyası, adı Şirket-i Hayriye. Başında 4 hacıağa, yanlarında bir komprador Teodor Kurji diye biri. Şirket-i Hayriye, Türkiye’deki ilk  anonim şirket ve  ilk finans-kapital teşebbüsü. İkinci dünya savaşından sonra millileştirilerek Türkiye Denizcilik İşletmeleri adını almıştır. Neredeyse 1 yüzyıl kadar faaliyeti var bu şirketin. Osmanlı-Rus Harbi (Kırım Savaşı) Rusların güçlenmesi karşısında paniğe kapılan Fransızlar ve İngilizler Osmanlı’nın yanında savaşa giriyorlar. Savaşın sonunda da Osmanlı Devleti’ni birtakım dayatmalarla maddi kayıplarını bahane ederek borçlandırıyorlar. Duyunu Umumiye denen borç   kurumu bu zaman kurduruluyor. Yönetenlerin hepsi  yabancı, başlarında İngiliz ve Fransız, nöbetleşe idare ediyorlar. Osmanlı yarı-sömürgeye dönüşürken Batıdaki ilk liberal düşüncelerle tanışıyor. Tesadüfe bakın: Şirket-i Hayriye’nin kuruluş tarihi 1854.  Duyunu Umumiye’yi kurduran Osmanlı-Kırım Savaşı 1856’da çıkıyor.

Savaşın arkasından kumpanyalar devam ediyor. Önce demiryoluyla işe başlıyorlar, demiryolu hatları kurulması için imtiyazlar veriliyor. 1851’de  Kahire-İskenderiye, 1856’da bugünkü milli sınırlar içinde, İzmir-Aydın arasında Osmanlı topraklarındaki ilk demiryolları kuruluyor. Ardından ilk borç (istikraz) 1858’de. Osmanlı Bankası’nı da yabancılar kuruyor. Osmanlı iflas ediyor. Bankaların, şirketlerin sayısı artıyor.  20.yy’a girildiğinde bütün kaynaklarıyla Finans-Kapital’e teslimiyet bayrağı çekilmiştir.

Finans-Kapital özellikle mal ihracını kullanır ancak daha çok para transferi (sermaye ihracı)  yöntemiyle yani parasını satarak ülkelerin ekonomilerini ele geçirir ve o ülkelerde nüfus bölgeleri kurar. Halk içinden finans-kapitale karşı doğal, ilerici-devrimci tepkiler ortaya çıkar. Oligarşi kendisinin hâkim olduğu bu düzenin bozulmasını ister mi? Devrimcilerin tepkilerine karşı gericilikle baskı kurmaya ve önlem almaya çalışır.

Türkiye’de finans-kapitalin ortağı kimdir? Bu başlığın altında başka bir broşüründe şöyle diyor Kıvılcımlı:

“Türkiye’de, Finans-Kapital’in, yarınına güvensiz bıraktığı ‘vahşi kapitalist’ zümreleri, sosyal ve politik stratejide; Babil çağından kalma antika tefeci-bezirgân sınıfı ile hiç karıştırılmaya gelmez. Şehirlerde modern ‘vahşi’ kapitalistler işçilerle karşı karşıyadırlar. Ama Finans-Kapital ile de, az çok gırtlak gırtlağa gelirler. Taşranın Tefeci-Bezirgân sınıfı, dünkü bugünkü acemi çaylak sömürgenleri değildir. Binlerce yıllar tortulaşmış ve milletin ciğerine iliğine işlemiş gericiliğin en ağır değirmen taşıdır. Demokrat Parti gibi Türkiye yığınları için anlaşılmaz yabancı bir terimi yüzde yüz öztürkçe ‘Demir-Kır-At’ biçiminde somutlaştırıp popülarize eden ve en ücra köylere dek dev petrol şirketlerinin benzin istasyonları ile sokan sınıf odur. DP’nin açtığı, AP’nin geliştirdiği büyük Finans-Kapital kumarında en hırslı, en kinli ve en ateşli taşra oyuncuları  kasaba tefecileri, eşrafları, ayanları denilen vurgunculardır.” (Türkiye’de Sınıflar ve Politika, 4. Baskı, S.17-18)  

Yine tesadüfe bakın çok partili sisteme, sözde demokratik hayata geçiş ve DP’nin iktidara geliş tarihi: 1950. Peki Türkiye’nin kurucu kadroları bunu bilmeden mi yoksa bilinçli olarak mı yapmışlardı? Yani antika Tefeci Bezirgân zümrenin, tekelci kapitalizminin ortaklığına yani kompradorluğa soyunmasına göz yumulmuş muydu? Hikmet Kıvılcımlı şöyle yanıtlıyor, aynı kitaptan ve aynı sayfalarda:

“Türkiye Finans-kapitalistlerinin sayıları parmakla sayılacak kadar azdır.  Bu azlık vaktiyle (1945’lerde) Amerikan telkini ve baskısı altında  çok partililiğe geçilirken, sırf sayısı yüzünden küçümsenmiş ve önemsenmemişti. Hâlâ da Türkiye’nin hatta sol düşünür ve sosyalist iktisatçı geçinir kişilerinde ve çevrelerinde ‘yok’ sanılacak kadar kendisini kamufle etmeyi bilmiştir. Bu ‘yolculara’ o zamanki CHP’yi salık verebiliriz. CHP uluları kendi kanatları altında üreyip türemiş Finans-Kapital palazlarını gülünç derecede azınlıkta ve Bayar ile Menderes kertesinde ‘Başıbozuk’ gördükleri için önemsememişlerdi. Tersine, okşayıp şımartarak, valisine, polisine öğüt ve garanti vererek, başa güreşe itmişlerdi.”  

“Durmayalım Düşeriz!”: Bunun CHP ve tek parti döneminde Amerikan bezlerine yazılıp sokak başlarına asılan bir slogan olduğunu hatırlatıyor Kıvılcımlı. Cumhuriyetin ilk yıllarında Sünuf’u Devlet yani Devlet Sınıfı’nın ( politik ve askeri idare)  kapitalist üretimi teşvik için giriştiği çabalardan birisi de budur. Celal Bayar’ın desteklenen özelleştirmeci politikaları-Milli Şef’in aşırı bulunan devletçi politikaları,  CHF ile SCF saflaşması, birinci dünya savaşı, 1929 büyük ekonomik krizi ve ikinci dünya savaşı… Bunlar genç cumhuriyet ekonomisinin kırılma evreleridir hem de devletin rotasını belirleyen dönemler.

Osmanlı döneminde kestirmeden düzen atlamaya çalışan kapitalistliğe soyunan devlet,  yeni devletle beraber işçileri ve köylüleri yine sosyal-ekonomik gelişmelerin dışında tutup yok saymıştır. Tefeci Bezirgân takımının üstüne Sünuf’u Devlet’i koyan yönetici erki, yeni bir tüccar, yeni bir kapitalist sınıf yaratmak istiyordu. Batıyla boy ölçüşebilmek adına 1923’te İş Bankası kuruldu. Bakarsanız kurucularına çoğu milletvekili, devlet mümessilleridir. Geriye kalan Osmanlı’nın Tefeci Bezirgân döküntüleri (zadeler).

İş Bankası kömür işine ve öbür madenlere el atıyor. Piyasaya tahvil sürüyor. Demiryollarının finansmanını yapıyor. 6 yıl içinde belli başlı bütün ekonomik alanlara üretim işlerine karışıyor. Türkiye’de yerli bir Finans-Kapital şirketine dönüşüyor. Emperyalist buhranının çıktığı o yıllarda İş Bankası  Türkiye’deki tek Finans Kapital müessese değil elbette çoğunluğu yabancı, dahası var.  Kapitalistlerin serbest faaliyet göstermesi için kanunlar çıkarılıyor. Kanunlar emperyalist ülkelerin kanunlarına uyduruluyor: Sermaye gelsin de Türk olsun, ecnebi olsun hiç fark etmez. 1954’te Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu’nun yürürlüğe girmesi bu düşüncenin eseri. Celal Bayar, İş Bankası umum müdürlüğünden gelip de milli ekonominin dümenine oturmuş. 1960’lara gelindiğinde Finans Kapital sistemi içinde topu topu 340 tane mükellef en kodamanı, en para babasıdır.

Üretim Nedir?’de de bunların modern kapitalist olmadığını belirten Kıvılcımlı, Tefecilikle ve vurguncu Bezirgânlıkla zengin olan kişilerin bizde kendisini eşraf yani şerefli kişi saydığını  ifade eder: “Vurguncu bezirgân bizde kendisini ‘Ayan’ (iri gözler: Ortaçağ’ın gözbebeği) durumuna getirmişti. Öyle bir ekonomik ve sosyal sınıf yapısı bulunan Türkiye’nin ‘şerefli gözleri’ Eşraf ve Ayanı Batı’nın  ilerici geniş sanayi üretimini göremezdi.  Yerli milli bezirgânlarımız ancak Batı’nın ticaret sermayesine kompradorluk (acente bezirgânlık) yapabilirdi. Yerli milli tefecilerimiz Batı’nın yalnız banka şirketlerine ajanlık ve aracılık yapabilirlerdi.  Türkiye ekonomisine ve politikasına böyle soysuzlaşmış Tefeci-Bezirgân sınıflar egemendi. Tefeci-Bezirgânları iğrenç ve haince dalaverelerine şanlı şevketli devletin sırmalı rütbeli “Büyük Adamları’ paravanlık ediyorlardı.” (a.g.e., S. 60-61).    

Y.Kadri de yerdiği bu karakterleri romanın sayfaları arasında, “Bahusus ki Selma Hanım, ne derece az liyakatli kimselerin, bu devrin nimetlerinden ne kadar kabaca istifade etmekte olduklarını yakından görebilecek bir durumda idi.” sözleriyle dile getirmektedir. (Ankara, S. 122)  

ABD bugünkü gibi süper emperyalist, birçok alanda daha o zaman üstün duruma gelmiştir. Buna karşılık Avrupa tek pazarı (Ortak Pazar) ve gümrük birliği kuruyor.  Kendi tek pazarını genişletmek için. 1963’te imzalanan Ankara Antlaşması’yla Türkiye gümrük birliğine dâhil oluyor.  Finans Kapital üretim tekelidir. Demektir ki bir ülkede hayatı pahalılaştıran, insanları işsizliğe iten kendi bindiği dalı kesen tekelci asalak ve gerici emperyalizm safında olmak,  o ülkede de Finans-Kapitalin, kapitalist emperyalizmin destekçisi olmak demektir, bunları savunmak anlamına gelir: 2000 yılında Portekiz’de Joseph Alois Schumpeter’in görüşlerinden hareketle mali bütünleşme, istihdamın arttırılması, büyüme, ar-ge  ve yatırım harcamalarının arttırılması vs. gerekçelerle toplanan Ortak Pazar, ABD, Japonya, Çin ve Hindistan gibi  ülkelere karşı tek pazarın genişletilmesi, telekomünikasyon ve elektrik gibi stratejik sahalarda rekabetin serbestleştirilmesi yani özelleştirme kararlarının altına imza atmıştır (Lizbon Stratejisi).

Finans Kapitalin bizde başı Lenin’in “Emperyalizm: Kapitalizmin  Son Haddi” adlı eseriyle başlar, bilimsel tarif de oradadır, diyor Kıvılcımlı (Finans-Kapital ve Türkiye, S. 46). V.İ. Lenin 1916’da yazdığı “Der Imperialismus als höchstes Stadium des Kapitalismus (Kapitalizmin En Yüksek Aşaması-Emperyalizm)” adlı kitapta tarifi şöyle yapmaktadır:

 “Emperyalizm; tekellerin ve mali sermaye egemenliğinin belirginleştiği, sermaye ihracının olağanüstü bir önem kazandığı, dünyanın uluslararası tröstlerce paylaşılmasının başladığı ve yeryüzü topraklarının en büyük kapitalist ülkeler arasında  paylaşılmasının tamamlandığı  bir gelişim aşamasındaki kapitalizmdir.”      

sanatlog.com

Lenin,  emperyalizm (yayılmacılık) kısaca tanımı yapılmak istenseydi kapitalizmin tekelci aşaması olarak söylemek gerekirdi ancak bu ekonomik tarif yanında ekonomi politik açıdan geçerli olanı da tekelci kapitalizmin tarihsel yerini de izah etmektir gereklidir, der. Finans-Kapital buna göre tekelci sanayi kuruluşlarıyla iç içe geçmiş az sayıdaki büyük bankanın sermayesini (mali sermayeyi) ifade etmekten öte kısaca şu beş maddeyi içermektedir:  Birincisi üretim ve sermayenin yoğunlaşıp tekel yaratacak olgunluğa ulaşmış olması, ikincisi büyük banka ve sanayi sermayesinin birleşerek mali oligarşiyi oluşturması, üçüncüsü meta dışında sermaye ihracının da büyük bir anlam kazanması, dördüncüsü Dünya’yı kendi aralarında paylaşan uluslararası tekelci kapitalist birliklerin ortaya çıkması ve son olarak yeryüzü topraklarının kapitalist büyük güçler arasında paylaşılmasının tamamlanması.

Emperyalizm,  genel anlamda kapitalizmin temel özelliklerinin gelişimi  ve doğrudan devamı olarak çıktı. Serbest rekabet, kapitalizmin ve genel anlamda meta üretiminin temel özelliği idi.  Bu sürecin temel özelliği kapitalist rekabetin yerini, kapitalist tekellerin almasıydı. Yani tekel, kapitalizmden daha yüksek bir düzene geçişti. Tekel, serbest rekabetin karşıtı olmasına rağmen onun yanında varlığını sürdürür ve şiddetli çelişki, sürtüşme ve çatışma yaratır. Çünkü tekeller yani büyük ölçekli üretim yapan işletmeler ufak çapta olanları dümdüz eder.

Fernand Braudel, “Grammaire des Civilisations” (1963) adlı kitapta ABD’nin masalsı zenginliğinin yaklaşık yarısının çoğunluğu Anonim şirket olan  200 büyük ölçekli firmanın denetimi altında olduğunu belirtir:“Fakat bu kapitalizm, bu serbest oyun,  arz ile talebin bazen fazlasıyla serbest oyunu,  dünyada bir benzeri olmayan bir maddi ilerlemeyi harekete geçirmiştir. Ve artık siyasal rejimi ne olursa olsun, her ülke bunu taklit etmeye, aynı noktaya ulaşmaya çalışmaktadır. Nihayet, gücünü ve çoğu zaman gerçekten çıkar gözetmediğini inkâr etmenin olanaksız olduğu Amerikan idealizmi de, iş dünyasının bu istilacı maddeciliğinin bir cevabı, bir kaçışı, bir karşılığı olmaktadır.  Kapitalizm bu ülkede, çoğu zaman vicdani rahatsızlık yaratmaktadır. Gelişmiş yolu üzerinde frenlenen ve saptırılan bu gelişmiş kapitalizmin, Amerikan maddi hayatının ve bunun ötesinde siyasal hayatının ve uygarlığının harekete geçiricisi olmayı sürdürdüğü açıkça ortadadır. Kendi dönüşürken onlar da dönüşmüştür. Amerikan uygarlığının güncel ve sürekli bunalımının kökeni kısmen burada yer almaktadır.” (Uygarlıkların Grameri, İmge Kitabevi, 4. Baskı, S. 524-525)     

Kapitalizmin karakteristik belirtisi ise egemenlik ilişkileri ile baskı ve şiddeti kurmasıyla kendini gösterir. Bu eğilimlerin sonucu hangi politik sistem altında olursa olsun her alanda gericilik ve varolan çelişkilerin en uç noktaya kadar keskinleşmesidir. Emperyalizmle ulusal baskı da keskinleşir ve sermaye zor araçlarını da kullanarak egemenliğini sürdürür. Emperyalizm her yere özgürlük değil, egemenlik tutkusunu götüren mali sermayenin ve tekellerin çağıdır. Kapitalist serbest rekabetin bağrından çıkan tekeller daha yüksek bir toplumsal düzene geçişi ifade eder.

Lenin’e göre  emperyalizmin dört tane temel olgusu vardır: Üretimin yüksek gelişme aşamasında tekel (tekel ve işveren birlikleri, karteller, tröstler vs.) doğmuştur. Özellikle kömür ve demir sanayisine el koyarak bu sanayiler üzerinde yükselmiştir. Bankaların bağrından çıkarak mali oligarşik bir yapı (ekonomik ve politik bütün modern burjuva toplum ilişkilerini denetleyen) doğurmuştur. Son olarak tekel sömürgecilik politikasından doğmuştur:

“İngiltere’nin sömürge fetihleri, 1860 ile 1880 yılları arasında büyük bir artış göstermekte ve 19. yy’ın son yirmi yılında da hızlı bir biçimde de sürmektedir. Fransa ve Almanya’nın sömürge fetihleri ise asıl olarak bu son yirmi yılda gerçekleşmiştir.”    

Lenin, kitabında bankacılık ve demiryollarının dünyanın paylaşılmasının bir aracı olduğunu belirtiyordu. Lenin’e göre “Demiryolları yapımı, basit, doğal, demokratik, kültürel, uygarlaştırıcı bir girişim gibi görünür: Gerçekte ise, bu girişimleri binlerce farklı düğümle üretim araçlarının özel mülkiyetine bağlayan kapitalist bağlar, demiryolu yapımını, (sömürge ve yarı sömürgelerdeki) bir milyar insanı, yani dünya nüfusunun yarısından çoğunu oluşturan bağımlı ülkelerdeki insanları ve ayrıca sermayenin ‘uygar’ ülkelerdeki ücretli kölelerini baskı altında tutmanın bir aracına dönüşmüştür.” (Kapitalizmin En Yüksek Aşaması-Emperyalizm, Evrensel Basım Yayın, 5. Basım, S. 30-31)

“Demiryolu ağı, sömürgeler ile bağımlı ve yarı bağımsız Asya ve Amerika ülkelerinde en hızlı gelişmiştir. Bilindiği gibi, dört veya beş en büyük kapitalist ülkenin mali sermayesi buralarda dilediği gibi at koşturmaktadır. Demiryolu toplamının yüzde 80’i beş büyük gücün (ABD, İngiltere, Rusya, Almanya ve Fransa) elinde toplanmış bulunuyor. Ancak bu demiryollarının mülkiyetinin yoğunlaşması, yani mali sermaye mülkiyetindeki yoğunlaşma daha büyüktür.” ( a.g.e., S. 128-129)

-II-

“Gelişim selinin hiçbir zaman geriye akmayacağını unutmayınız. O daima ileriye, serbest rekabetten birliğe, küçük birlikten büyüğe, büyükten dev gibilerine doğru akar ve nihayet sosyalizme, bütün birliklerin en dev gibisine dökülür.” (Jack London, Demir Ökçe)

Bütün sosyal olaylar ve hareketler kendinden önceki düşünce (a priori) ve eylemlerin etkisiyle doğar, gelişir, yetkinleşir (tez-antitez-sentez meselesi). “Burjuvazi dini şevki, kahramanca cesareti, en ilahi coşkuları bencil hesapların buzlu sularında boğdu.” diyen Karl Marx, düşünceyi geliştirerek dinsel ortaçağ çatışmalarının yerini sınıfsal çelişki ve çatışmaların aldığını ileri sürüyor ve diğer sol hegelcilerle beraber Hegel’den aldığı kendi deyimiyle “başaşağı duran yöntemi ayakları üstüne oturtarak” idealist değil “materyalist” felsefe için kullanıyordu.

Lenin daha sosyalist devrim tamamlanmadan ve sosyalist devlet kurulmadan önce din konusundaki düşüncelerini kaleme almıştır.  Lenin’e göre din adamı, devlet adamı ve eğitimci olmamalıydı. Marksistler aristokrasinin başta bölücü ve gerici unsurlarına karşı politik hedefler doğrultusunda ve kitlesel ideolojik mücadele çerçevesinde tavır almışlardır.

Simgesel antropolojinin kurusu sayılan Victor Turner, her toplumsal düzenin sürekli bozulmalarla ve yeniden bütünleşmelerle kendisini varettiğini belirtmektedir.  Toplumsal yapının ortaya çıkış ve çözülüşünü Komünitas fikriyle açıklayan Turner, Claude Lévi-Strauss’un yapısalcı yaklaşımına karşılık “anti-yapı (liminality communitas)”yı koymuştur. Yani toplumsal düzen hiçbir vakit statik değildir. Başka bir anlamda mevcut yapıdan sonra bir geçiş döneminin yani eşiktelik durumunun varolduğunu ve son aşamada topluluk ve kültürler arasında yeniden bütünleşme olduğunu  kabul etmektedir. Sosyal yapı, kendi içinde gerilim ve karşıtlıklar taşır. Victor Turner, eşiktelik görüşünü öne sürerken Fransız etnolog ve halk bilimci Arnold van Gennep’in 1960’ta yayınlanan “Les Rites de Passage (Geçiş Ritleri)”  adlı kitabındaki yaklaşımı derinleştirmişti. Rus düşünür ve edebiyat teorisyeni Mihail Mihayloviç Bahtin de “Diyalojizm” kavramını ortaya atarak olayların asla sabitlenemeyecek toplumsal bir akış içinde varolduğunu, insanların hayatlarını ancak bu akış içinde başka hayatlara bakarak anlamlandırdığını öne sürmüştür.

Batının müspetçiliği ile doğunun metafiziğine (idealizmine) karşılık  gerçek materyalist kavrayışı şöyle ifade ediyor Kıvılcımlı: “Gerçek materyalizmin ana düşüncesi; gerçek dünyaya (doğaya ve tarihe) herhangi bir idealistçe kuruntu taşımadan bakmak, gerçek dünyayı olduğu gibi görmektir. Diyalektik materyalizmde bu anlayışın dışında atfedilecek  hiçbir mutlak ve sabit fikir, hiçbir doğma (nas), hiçbir başka gerçek yoktur. Olanı olduğu gibi görmek: “materyalizm bundan başka bir şey göstermez” (Engels). (Diyalektik Materyalizm, Derleniş Yayınları, 5. Baskı, S.29) “Ortaçağ toplumu da çok defa sanıldığı gibi durgun değildir. Zamanla bezirgân ilişkileri ilerledi. Büyük ulusları meydana getiren geniş pazarlar doğdu. Mal alışverişinin, endüstrinin ilerlemesi, burjuva iktisadiyatının gelişmesi, Eski Yunanlıların yahut Mekke Araplarının akıllarından bile geçmeyen olgu ve ilişkileri ortaya attı. Artık sadece eski kitapları kurcalamak sadra şifa (gönül ferahlığı) vermedi.” (S.35)

sanatlogcom

Tarımsal ekonomileri ilerleten güç üretimdi. Düşünce dünyasında da bu atılım durmamış, çok tanrıcılıktan tek tanrılı dinlere geçişle çağın anlayışına uygun sürüp gitmişti. Sonra tıpkı tanrısal krallar gibi  bu dinlerin hepsinde yeniden şekil veren kendince yönetme yetkisi tanınan kimseler, topluluklar (tarikat, mezhep vs.) türemiştir. Ayaklanmaların nedenleri de bu toplumsal olayların kökeninde ve tarihsel koşullarda yani çelişki ve çatışmalarda aranmalıdır.

İslam kültürü de diğer dinlerde olduğu gibi zamanla değişik yorumlara uğradı. Ortodoks anlayış, din veya öğretide inanç, kanun ve geleneklere sıkı bağlılık demekti. Ortodoksluğun tezatı sayılan heteredoksluk ise düşünce ve davranışta ana akımdan, kanonik alandan sapmış olmak, farklı düşünmek anlamına gelir. Kutsal metin ve din kurucusunun gösterdiğinden farklı düşünmek gibi bir mana çıkarılabilecek  heteredoks yaklaşıma göre Arapça doğru gerçek anlamında sahih olduğu varsayılan “yüksek İslam” yorumu, merkezinde medrese ve ulemanın olduğu, kaynağını Kur’an ve Hadis’ten alan, İslam medeniyeti tarihinde birçok devlete resmi ideoloji olmuş bir Ortodoks İslam yorumudur.

Ortodoks İslam, şehirlerde yaşayan, sistematik kurallara bağlı, İslamın monoteist (tektanrıcı) yanlarını vurgulayan ve yazılı kültüre yaslanan bir yoruş biçimidir. Siyasal olması yani siyasal otorite ile yakın ilişkiye dayanması en göze çarpan özelliğidir. Buna karşılık “halk İslamı” heteredoks ögeleri barındırır, genelde kırsalda yaygınlık gösterir, sözlü kültüre dayanır, çoğulculuğu öne çıkarır, ibadetlerde cinsiyet ayrımı gözetmez, siyasal otoriteye mesafeli ve evliya kültürüne önem verici niteliklere haizdir.

İsmet Zeki Eyuboğlu, “Ayaklanmalar, toplumların sarsıntılı dönemlerinde ortaya çıkan, toplumun yapısının özelliklerini taşıyan olaylardır.” diyordu. (Şeyh Bedreddin ve Varidat, Der Yayınları. 4. Basım, S. 32)

İnsanla Tanrı’nın bir olduğunu ileri süren Hallac-ı Mansur Enel Hak (Ben Tanrıyım) dediği için Bağdat’ta asılmıştır (922). Anadolu’daki ilk dini ayaklanma Selçuklu yönetimi ve zenginlerine karşı düzeni değiştirmek için Baba İshak  önderliğinde başlatılmış ama başarısız olmuştur (1239). Bütün bu olayların kökeninde de tarih boyunca uzun göç yolları  üstünde yer alan Anadolu’nun kadim halklarının ve kültürlerinin izlerini aramak gerekir. Mevcut düzene karşı ortaya çıkmış Batınilik kolları; Babailik, Mazdakilik, Babekilik, Kalenderilik, Haydarilik vs. birbirine benzer özellikler taşır.

İsmet Zeki Eyüboğlu, “Beş İslam mezhebi, dört yüzü aşkın tarikat Kur’an’ın, hadis’in yorumlarından doğmuştur. Kur’an yorumlarının değişikliği, çokluğu, tarikatların, mezheplerin sayısızlığı toplum çalkalanmalarının birer yansıması olmaktan öteye geçmez.” demekte. “Mutlu azınlık hangi çağda çıkarı sarsılsa din adına ortaya çıkacak, toplum çalkantısı yaratabilecek  bir şeyh, bir tanrı adamı bulabilir kolayca ancak bu şeyhin de o mutlu azınlık adına çevresindekilere buyruk salabilmesi için onunla eş inanç düzeyinde olması gerekir. Selçuklularda, Osmanlılarda mutlu azınlık Sünni inançlara bağlıydı, bu yüzden Alevi denen karşıt görüşlüleri ezmede kendilerinden olan orduları kolayca kullanabilmişlerdi.”demektedir. (a.g.e., S.158)

Bedreddin hareketini de toplumdaki üretimden başlayan bir dizi sosyo-ekonomik ilişkilerin neticesi olarak görmektedir: “İlk çağlarda yalnız egemenlik için yapılan savaşların yerini ortaçağda din yolunda, tanrı uğruna yapılanlar almıştır. Toplum çalkalanmalarının başlıca nedeni de din savaşları olmuştu. Oysa din ancak kandırıcı bir nedendir, onu ileri sürerek savaşanların başka çıkarlar sağlamak istedikleri, savaşta yaptıklarından anlaşılmaktadır. Bizans’ı, Anadolu’yu, Kudüs’ü soyan, tapınaklardaki değerli kutsal nesneleri bile çalan Haçlılar bunun en somut örneğidir. İslam dininde pek geçerli olan, savaşçıların ağızlarını sulandıran ganimet, yenilen düşmanın malını, kızını, kadınını ırgalamak, üstelik bunları tanrı adına yapmak arınmış bir din sevgisiyle olmasa gerek. Anadolu ortaçağ boyunca, böyle din yolunda savaşan soyguncuların yarattıkları çalkalanmalardan, sarsıntılardan kurtulamamıştır. Ortaçağda görülen toplum çalkalanmalarının kökeninde din kılığına bürünmüş çıkarcılığın yattığını görmek için bilici olmak gerekli değildir. Din, belli örtüler içinde, çıkarın aracı olmaktan öte geçememiştir.  Toplum, kendi yapısı gereği, değişik inançların ardından koşan kurumların doğmasına, gelişmesine elverişlidir. Özellikle Anadolu insanlarından oluşan inanç kurumlarının tek doğrultuda gitme olanağı yoktu. Anadolu’nun geçirdiği toplum çalkalanmaları onun üzerinde yaşayanların yarattıkları birer olay olmaktan öteye geçemez. Şeyh Bedreddin olayı da bu çalkantılar süreci içinde beliren fışkırmalardan biridir. O olmasa, başka bir benzeri olacaktı, toplum buna elverişliydi, bu kaçınılmaz bir tarih gerçeğidir.” (a.g.e., S. 163-164)  

İlk Haçlı seferlerinin de Müslümanların Hristiyanlara zulüm yaptığına ve Doğu’da büyük hazinelerin bulunduğuna dair  söylentilerle başladığı bilinir. Hristiyanlar İsa’nın doğum yerini Beytüllahim ya da Nasıra kabul ederler, bugünkü İsrail ve Filistin topraklarındaki “Galile (Celile)”yi Meryem, Yusuf ve İsa’nın vatanı sayarlar. İsa’nın doğum yeri gösterilen Nasıra adından yola çıkılarak Hristiyanlık aynı zamanda  “Nasranîlik” olarak da adlandırılmaktadır. 1095’te toplanan Clermont Konsili’nde yaptığı konuşmada Papa II. Urbanus, kilisenin çıkarlarını düşünerek Bizans İmparatoru I. Aleksios Komnenos’un da yardım istemesini öne sürerek, hem birbirleriyle çatışan derebeylerinin arasındaki düşmanlıkları başka tarafa çevirmek, hem de kutsal sayılan toprakların ele geçirilmesini sağlamak istemiştir. Haçlı seferlerine katılanların kiliseye borçlarının silineceği ve günahlarının bağışlanacağı da iddia edilmekteydi. Ne var ki, Kutsal yerlerin yağmalanıp yıkılması bir yana sadece Müslüman ve Yahudilerin değil, katliamdan payını alan Doğu Hristiyanlarının tapınakları da talan edilmiştir. Ortaçağ şövalyeleri ve yoksullarını zengin olmak hayaliyle iki asır sürecek bu seferlere iten ilk hareketin din adamlarının cevaz vermesiyle başladığı açıktır.

Werner’e göre Bedreddin sınıf düzenini yıkmaya yönelmedi  Ona göre Osmanlı hanedanı ortadan kalkmalıydı. Toprağı fethedenle o topraklarda eskiden beri yaşayanlar birleşmeliydi. Fakat bu Mevlevilerdeki gibi üst kademede bir hoşgörü değil tersine aşağıdan olmalıydı. Böylece Avrupa’nın yeni başlayan sömürge düzeninin önüne güçlü bir Güneydoğu Avrupa Blogu çıkarılmış olacaktı: “Hareket, yalnız İslami tarikatların geleneksel eşitlik ve özgürlük düşünce yapısını yeniden üretmekle kalmıyordu, aynı zamanda esaslı yeni bir düşünceyi de getiriyordu: Dirlik içinde bir toplumun ifadesi olarak dinsel hoşgörü.” (a.g.e., S.110)  

Bedreddin hareketinin Werner’e göre stratejisi “dinlerin uzlaşması teorisiyle yerli halkın ve slav aristokrasisinin desteğini almaktı”. Bedreddin, Hristiyan ve Bulgar sipahilerini de kazanmaya çalışmıştır. Kitabından aktarılan görüşlerde Noviçev, özellikle köylüler söz konusu olduğunda ayaklanmayı antifeodal köylü hareketi olarak tanımlar. Trefinova ise hareketi değerlendirirken biri halkı radikal (Mustafa), diğeri halkı kendi amaçları için kullanan feodal ve ölçülü (Bedreddin) iki kanattan kurulduğunu belirtir. Ancak isyancılara destek anlamında sipahiler ve makam sahiplerinden bir şey gelmemiştir. Bedreddin’in maiyeti daha çok yörük, akıncı ve Hristiyan köylülerdir. Bedreddin bir komplo sonucunda padişahın eline düşer ve 18 Aralık 1416’da asılarak öldürülür.

İsmet Zeki Eyüboğlu’na göre Şeyh Bedreddin yazdıklarından dolayı değil onun gibi düşünmeyenlerin tanıklıklarına inanılarak suçlanmıştır. Onu yargılayan tarih yan tutan, belli bir inancın etkisinde kalan, eleştirici bilinçten düşüncenin değerini bilmekten yoksundur: “Osmanlı toplumu, daha aydın, daha ileri bir uygarlık aşamasında olsaydı Şeyh Bedreddin, kendini ölüme götüren düşüncelerinden dolayı, bir dinsiz olarak değil, toplum düzenini maddeci bir yaşama anlayışı üzerine oturtmak isteyen devrimci bir kişi diye yargılanırdı.  Oysa böyle olmadı, onun olduğu ileri sürülen düşünceler maddeci bir felsefe akımı ile bağlantılı görülürken, yargılanması, ölüme çarptırılması dinsel inançlarından dolayı oldu.” diyordu.(a.g.e., S. 34)

Müridi Börklüce Mustafa’nın sınıfsal yapının parçalanması ve toplumsal eşitlik gibi radikal ereklerinin yanında Bedreddin, Katolik Hristiyanlığa karşı Ortodoks ve Slavların bir İslam ve Hristiyanlık imparatorluğunda ekonomik ve düşünsel olarak birleştirilmesini hedefliyordu.    Buna göre Bedreddin ıslahatçı (reformcu) idi. Mevcut düzende bazı değişiklikler yapma ve onu yeniden biçimlendirme taraflısı görünüyordu.

Bedreddin dinsel eşitlenmeyi amaçlıyor, yeni dinin, yeni bir devlet idealinin birbirlerini yükseltmesini istiyor; insani ilişki ve sömürünün ortadan kalkmasını tasarlıyordu. Mustafa’da bu sınıfsal mücadele olarak hoşgörü ve hümanizmle yetinmeme şeklinde görülüyordu. Düşünceleri yaşadıkları dönemde başarısızlıkla sonuçlansa da tarihi bir parça ilerletme, Latin dünyasının yanına kendini sağlamlaştıran İslam ve Hristiyan bölge koyma olanağını içinde barındırıyordu. Bununla F.Engels’in kastettiği periyodik   çatışmaların mukadder dolaşımında gedikler açıyorlardı; ayrıca bununla dünyanın ilerlemesine katkıda bulunuyorlardı. (a.g.e., S.112)

Bedreddin,  Mustafa’dan farklı olarak yalnız basit köylülere ve göçebelere değil, aynı zamanda sipahilere de sesleniyordu. Bedreddin’in ilk başta sancak düzenini ve tımar sistemini değiştirmeyi düşünmediği ortaya çıkar. Osmanlı hâkimiyeti altında bulunan topraklardan büyük bir kısmı doğrudan doğruya padişahın otoritesi altında idi. Fethedilen topraklar sancaklara bölünüyordu. Sancakların birleşmesiyle de eyaletler meydana geliyordu. Sancaklar subaşı gözetiminde vilayetlere ayrılır, buralarda tımar sistemi uygulanırdı. Devletin gelirleri, birtakım görevler karşılığı idarecilere ve sipahilere tahsis edilmekteydi ve padişahın buyruğuna tabi olan sipahiler kamu düzenini sağlamak, yeni fetih savaşlarına da katılmaktan mesuldu.

Avrupa’da Rönesans (Yeniden Uyanış) hareketinin gelişmesine karşılık Şeyh Bedreddin’in yaşadığı dönemde, İslam ülkelerinde önemli gelişme olmadı. Oysa Ernst Werner’in de belirttiği gibi aynı dönemde Hristiyan Avrupa’da farklı olarak görülen şey, sınıfsal mücadelenin yükselmesiyle beraber hukuki ve ekonomik alanda ortaya çıkan gelişmelerdir. Ütopik güçlü serpintilerin üzerine ufku açıcı çok önemli kolektivist fikirler filizlenmişti. Osmanlı toplumu ise kadim dinlere ve inanç çeşitliliğine rağmen Arap ve İran olmak üzere dil ve din etkisiyle iki “büyük” ulus ve kültürün egemenliği altında sıkışıp kalmıştır. Hâlbuki Anadolu bunlardan önce gelişen sayısız  uygarlığın doğuşuna beşiklik, tanıklık etmişti. 14. ve 15.yy’da Anadolu’da Osmanlı ve Selçuklularda saray yönetimi ve çevresinde Arapça ve Fars  kültürü ile Fars dili egemen olmuş, Türk dili küçümsenmiş, köylü ve avam (halk) dili olarak görülmüş, arka plana itilmiştir. Türkçe konuşan yoksul, eğitim alamamış, topraksız göçebe ve yarı göçebe kesimler, aşiret bağlarını koparamamış ve yerleşik düzene geçememiş Türkmenler, Yörükler ve diğer halklar da bu nedenle benzer küçümsemenin ve dışlanmanın konusu olmuşlardır. Taner Timur bu durumu şöyle ifade etmektedir:

“Geleneksel Osmanlı kaynaklarında Türkler  iki şekilde ele alınmışlardır. Bunlardan birincisi, Kutsal Tarih’i teşkil eden ‘silsilename’nin bir halkası oluşlarıdır. Bu anlamda İslam uygarlığı tarihinde onurlu bir yer işgal etmişler ve İslam’ın kılıcı olarak daima övgü konusu olmuşlardır. Osmanlılar da bu bağlamda Türk kökenli olduklarını hiçbir zaman unutmamışlardır. Bununla beraber Osmanlı toplumu klasik çağın kurumsal istikrarına kavuşurken, Türklük sorunu ikinci bir şekilde daha ortaya çıkıyordu. O da yerleşik bir uygarlığın geri kalmış, göçebelik halini korumuş unsurlar oluşlarıyla ilgiliydi. Burada söz konusu olan elbette ki Türklerin bir kısmıdır; Türkmen ve Yörük aşiretleridir; fakat yönetici zümre hem çeşitli karışımlarla etnik saflığını kaybettiği hem de -daha önemlisi- kendini dini terimlerle tanımladığı için Osmanlılarda ‘Türk’ terimi giderek küçültücü bir anlam kazanmaya başlamıştır. Gerçekten de 16.yüzyıldan itibaren Osmanlı vakayinameleri Türkleri aşağılayıcı sıfatlarla doludur ve ‘kaba Türk’, ‘cahil Türk’, ‘idraksiz Türk’ vb. gibi nitelemeler Osmanlı kroniklerinde bol bol rastlanan ifadelerdir. Ancak tekrarlayalım ki bu sıfatlar göçebe ve yarı göçebe hayat tarzından yerleşik uygarlıklara geçiş sürecinde ortaya çıkmış ve geçişe uyum sağlayamamış unsurlar için kullanılıyordu. Uygarlık gelişiminin ortaya çıkardığı bu horlayıcı davranış daha önceki devletlerde de kendini hissettirmişlerdi. Örneğin Mevlana Celaleddin Rumi ve Nizami’nin eserlerinde görüldüğü gibi, Selçuklu uygarlığında da Türkler köylü ve cahil olarak horlanmaktaydı.”(Osmanlı Kimliği, İmge Kitabevi, 5. Baskı, S. 166-167)

Şeyh Bedreddin’in sünni din adamlarının hücumuna uğramış görüşleri temel alındığında “Panteizm”i  yani evrenin bütününü tanrı kabul eden bir düşünceyi ileri sürdüğü görülür. Panteistlik (Tüm Tanrıcılık) Tanrı’yı doğayla bütünleştirdiğinden doğa tanrıcılık olarak da adlandırılır. Bedreddin bu görüşlerini “Varidat” adlı kitabında dile getirir.  Arapça Tevhid yani birleme; Tanrı’nın birliği; tanrı-insan-evren üçlüsünün birliğidir. Vâridât’ta geçen tevhid sözcüğünden anladığı da bu üçlünün sağladığı birliktir.

Ernst Werner’e göre Türkiye tarihinin en önemli olayı olarak  nitelendirilen Bedreddin ve yoldaşlarının isyanı başarılı olsaydı Avrupa’ya karşı güçlü bir blok ortaya çıkarılmış, Türkler ve Slavlar: Balkan halklarının yaşamış olduğu acılar da yaşanmamış olacaktı. Werner, “Türkiye halkının tarihi yeniden yazılmalıdır. Bu Türkiye Marksistlerinin bir görevi olarak durmaktadır.” diyor. Varılmak istenen yol, İslam ve Arap kültürü ile Fars Kültürü etkisinde eski uygarlıkların ve Türklerin inançlarından da beslenen,  Anadolu ve çevresinde etkisini sürdüren birtakım düşünceler ve  inançlar (mehdilik) gereği olarak insanlık var  olduğu müddetçe, daha doğru ve daha yetkin olana dönük bir arayış sonucudur.

Günümüzde de Bedreddin, kimilerine göre dini kendi inançlarına göre yorumlayan, her türlü düşünce ve inanca saygı gösterilmesini isteyen sufi bir isyancı, kimilerine göre ortak mülkiyet ve eşitliği savunan devrimci, kimilerine göre de az olanın yanında onu yücelterek ve kendi de yücelterek  gönüllerde “şah” makamına oturmuş bir bilge olarak tanımlanmaktadır. Egemen ve sömürücü çevrelere karşı yoksul, ezilen halkların yanında, aydın ve kahraman bir kişi olarak taçlandırılmıştır. Şeyh Bedrettin, eserlerinden de çıkarılabileceği gibi yaşadığı dönemin kültürü içinde  geçerli olan ve el üstünde tutulan İslami bilgiler (Fıkıh, Hadis, Kelam, Tefsir vs.) konusunda da çok iyi bir eğitim almış, en üst makamlara kadar ulaşmış bir kişidir. Şeyh Bedreddin’i bu nitelikleriyle değerlendiren Süleyman Zaman düşüncelerinin gelişimi ve tatbik edilmesi konusunda şu görüşü paylaşır:

“Her insan, özünde yaşadığı zaman ve mekânın bir ürünüdür. Bu anlamda, Şeyh Bedreddin de yaşadığı dönemin sosyo-politik; sosyo-ekonomik ve sosyo- kültürel verilerinden etkilenmiştir ve düşün gıdasını bu verilerden almıştır. O dönem, ortaçağ kültürünün en belirgin değeri olan ‘din kültürü’ tüm topluma egemendi. Anadolu’da, o süreçte, insanlar aç, yoksul, perişan ve gelecekle ilgili güvensizlik yaşamaktadır. Oysa hiçbir inanç, bu dirimsel gerçekliği duayla, ibadetle gideremez. İşte sorun da tam burada çıkmaktadır. Söz konusu bu toplumsal yapı içinde, ‘Ortodoks İnancın’ egemen yanlısı bir inanç olarak ortaya çıkması nedeniyle, ezilen ve baskı gören halkın da karşıt bir inanç geliştirmesi diyalektiğin bir sonucudur. Bu koşullarda, toplumun dinamik güçlerinin karşı tezleriyle, muhalif bir inanç da beden bulmuş ve böylece Heterodoksi gelişmiştir.  Yaşamın pratiğine uygun gelişen ve günün maddi dayatmalarına, dirimsel koşullarına göre beden bulan bu inanç, dünyasal yaşamı önemseyen, biçime değil, öze önem veren bir anlayışın yansıması olarak Bâtınilik ortaya çıkmıştır. Anadolu’da Bâtınilik, muhaliflerin inancı olmuştur. Bu inanç, kaynağını tasavvuftan almıştır.” (Süleyman Zaman, Şeyh Bedreddin Simavi, Yaşamı, Dünya Görüşü ve Eserleri)

-III-

Gerek feodalite devrinde ve gerekse ticaretin geliştiği manifaktür döneminde Avrupa ekonomisinin özellikle tarıma dayanması, büyük bir işgücü gerektiriyordu. Sömürgeler, bu statü içerisinde birer işgücü deposu ve tarımsal ürüne dayanan ticaretin pazarlarıydı. Bu nedenle, derebeylik döneminde, Avrupa topraklarının gereğince kullanılabilmesi için  insanların bulundukları topraklardan ayrılması yasaktı. Yabancı diyarlardaki topraklarla ilgilenmeleri istenmiyordu.

kapitalizm-ve-emperyalizm

Demirtaş Ceyhun, Doçent Doktor Yılmaz Altuğ’un “Yabancıların Arazi İktisabı Meselesi”nden alıntılıyor:“Derebeylik esaslarına göre yabancı bir toprakta muayyen bir müddetten fazla kalanlar tabiiyetlerini değiştirmiş farz olunurdu. Devletler, tebaalarının üzerinde hakimiyetlerinin son bulması demek olan böyle bir vaziyeti yaratmamak için vatandaşlarının yurt dışı seyahat ve ikametlerini tahdit etmişlerdi.” 

Yeni sömürgecilik anlayışıyla derebeylik devrindeki yasak kendiliğinden ortadan kalkıyordu. Çünkü gelişen sanayi için yeni hammadde kaynakları bulmak, sömürge ürünleri yetiştirmek ve ticareti denetleyip emniyet altına almak için yabancı diyarlarda toprak sahibi olmak zorunlu hale geliyordu.

Bu dönemden sonra dünyanın dört köşesine işgücü, sermaye ihracı başlar. Avrupalılarca sömürgelerde toprak yağmalanmaya başlar. Osmanlı da bu olgu dışında kalamaz. Kapitülasyonlar yoluyla Fransız ve İngilizlere geniş imtiyazlar verilir: 1835 ve 1838’de…

1838’deki İngilizlerle Ticaret Antlaşması kapitalist İngiliz devletinin Osmanlıya attığı ilk çengeldir.  İngiliz ve Fransız  zoruyla başlayan Kırım Savaşı sonrası Paris-Viyana kongrelerinden sonra yine onların teşvikiyle Tanzimat, Hatt-ı Hümâyûn ve reform hareketleri başlar. 1854’te İngilizlerden ilk borç alınır. Azınlıklar ticari/dinsel özgürlükler kazanır.  Kültürel sömürgeleşmenin de yolu açılır.

Yarı-sömürgeleşmenin ikinci basamağı ise 1858’deki  “Arazi Kanunname-i Hümayun”udur.  Yabancıların baskısıyla çıkartılan bu kanunla devlet topraklarının mülkiyeti şahıslara ve yabancılara aktarılıyor, hem idari düzen hem de merkeziyetçi yapı Asiatic toplumun sosyal ve ekonomik yapısıyla organik bir kaynaşma içinde gelişim ve ekonomik hayatın yapıcı ve yaratıcı gücünü koruyan statüsünü ortadan kaldırıyordu.

Avrupalıların baskısıyla o zamana kadar İslam hukukuna uygun görülmeyen yabancılara toprak satışına da 1867’deki kanunla izin verilmiştir. Böylece Asiatic yapıdan yabancı uydusu kapitalist düzene dönüşümün temeli atılmıştır.

Osmanlı Devleti’nin sömürge düzenine hazırlanmasının basamakları, 1838 Ticaret Antlaşması, 1839 Tanzimat Fermanı, 1856 Islahat Fermanı, 1858 Arazi Kanunu, 1867 Yabancılara toprak mülkiyeti hakkının sağlanması (Sefer Kanunu) ve 1883 Duyunu Umumiye İdaresi’nin kurulmasıdır. Bu ekonomik sömürünün son halkasıdır.

1867’deki kanunun çıkmasıyla ilk yağmacı devletler de Fransız ve İngilizler (1868) olmuştur. 1874’te bu yağmaya ABD de katılmıştır. Birkaç aydın dışında da bu duruma sesini çıkartan da olmamıştır: Ziya Paşa, Namık Kemal, Ali Suavi vs. Ziya Paşa’nın 16 Kasım 1868 tarihli Hürriyet gazetesindeki yazısına da yer vermiştir, Demirtaş Ceyhun (S. 81/83: “Ziya Paşa Feryat Ediyor”:

“1856’da Avrupa’nın ihtiyaç duyduğu tarımsal hammaddenin sağlanması için İngilizler verimli Ege topraklarına ilk demiryolu hattını döşedi.” (S.35)

1894’te kısa hatlarla Fransızlar İzmir limanına bağlıyor, ardından Bağdat demiryolu hattının imtiyazını da İkinci Abdülhamit Almanlara veriyordu. Almanlar bira, İngilizler pamuklu dokuma sanayi için hammadde peşindeydi. Yabancı sermaye 40 yıl süreyle tütün tarımının da imtiyazını almıştır. İngilizler kömür ocaklarına da el koymuştu. Sonuçta siyasi egemenlik de emperyalistlere geçti. Sevr ve İstanbul’un işgali ardından Osmanlı Devleti’nin bölüşülmesi ve Cumhuriyetin kuruluşuna sömürgeleşmeyle başlanıyordu.

Seyyit Nezir, Demirtaş Ceyhun’un “Türk Edebiyatındaki Anadolu”, “Ah Şu Biz Karabıyıklı Türkler” ve “Ah Şu Biz Göçebeler” adlı kitaplarda Anadolu Türklerinin göçebelikten yerleşik yaşamına geçemediğini, köylüleşmeyi bile başaramadığını birçok örnekle ifade ettiğini belirtmektedir (S.92). Türk Edebiyatındaki Anadolu adlı kırsal kesim romanları işleyen kitabında Demirtaş Ceyhun ekonomik ve sosyal kalkınma için ilk şart olarak kamulaştırmayı, sanayileşmeye yönelmek için önünde engel gördüğü toprak ticaretinin ortadan kaldırılmasını savunur (S.93).

Din devlet ilişkilerine gelince… Din salt moral/metafizik bir olgu olarak ele alınamaz, bilimsel olarak.  Din insanı bütün edimlerine varıncaya kadar kuşatmakta, bilincine egemen olmakta. Bu nedenle dinin toplumun kendine özgü tarihsel gerçekliği ile eleştiriye tabi tutulmasını savunur.

Devlet dini-halk dini ayrımına vurgu yapan Ceyhun, despotizm ve devlet gücünün kullanılmasında dinin yardımcı (afyon) olarak kullanılmasından dolayı dinsel açıdan halk ve devlet arasında bölünme ortaya çıktığını belirtir. Bunun ortadan kalkması için de din eleştirisinin; bilimsel çözümlemenin yapılması gerektiğini savunur.

Sosyal ve  ekonomik açıdan mutluluğa erişemeyen halk (manevi kurtuluş özlemiyle) dine sarılmış, din, devlet erkinin denetiminden çıkmıştır. Kurtuluş savaşına bile yabancılaşan halk dini tabulaşmış, halk dini bölünmüştür (tarikatlara).

Hristiyanlığın toplumsal ilkeleri de (kendisini gerekli kılan, toplumsal bozukluk dönemlerinde çıkmasına rağmen) insanlara alçalmayı, boyun eğmeyi öğütlüyor, diktatörler için elverişli olan bu özelliği dinin kitlesel etkisinin önemini bilen krallar tarafından da görülüyor. Hristiyanlık  devletin gücüne eklenerek  resmi dinine dönüşüyordu. (Bab-6, Luka İncil’i) (S.103)

Halk dini, Hristiyanlığın yozlaşarak despot yönetimin çıkarına kullanışlı hale gelmesi ve dünya iktidarı için vasi hale gelmekten kurtarılması için keşişlik teşkilatının doğmasına yol açıyordu: Cluny (Kluni) reformu devlet ve halk dini ayrımının da başlangıcıdır.

Halk kültürünün, sosyal-ekonomik gelişmelerin temelinde din eleştiri ve halk ayaklanmaları (hareketleri) yatar ki köle-efendi mücadeleleri sonucunda dinin baskı aracı olarak da kullanılmasına karşı halk dini arayışlarının bir sonucu olarak gelişmiştir; dinin siyasallaştırılmasına tepki olarak…

Kur’an, hadis ve fıkıh’ta yer almadığı halde mesianik (mesihlik)  fikirleri (mehdilik) Hristiyanlarla 11.yy’da Batınilik yoluyla Müslümanlığa da girdi. Devlet dinini temsil eden siyasi erk Batınileri baskı altına almasına rağmen halk diniyle ilgili gelişmeleri etkileyememiştir (S.118). “Bu mehdilik inancı, Hristiyanlıktaki  mesihlikle hemen hemen aynı idi.  Mehdi de mesih gibi kötü yola sapmış, günahkâr olmuş yeryüzü insanlığını esenliğe kavuşturmak ve temizlemek için gökten inecek, kâfirlere, kötülere karşı cihat açacaktı (S.113).

11.yy’da Muhammed-Halifeler tarafından kurulmuş Asiatic devlet sosyal fonksiyonlarını başaramaz duruma gelmiş, daha sonraki hilafet karşısında Batınilik hareketleri güçlenmiştir.

Mehdi inancı ve halk dini hareketi devlet gücünün zayıfladığı 12.yy’da Selçukluların Anadolu’ya girmelerinden sonra devlet gücüne karşı gizli direniş hareketi olarak gelişti.  “Yani göçebelikten kurtulur kurtulmaz, bir bölgeye yerleşir yerleşmez, hemen kendisine yeni bir kurtarıcı arıyordu.” (S.119). Anadolu Selçuklu Devleti etnik yapıda kavimlerden oluştuğundan din ayrımına yol açmamak için yarı teokratik devlet düzeni kurdu.

1699 Karlofça Anlaşması’yla  gerileyen Osmanlı İmparatorluğu’nda halk dini hareketleri yeniden şiddetlendi. 18.yy’da Vahabilik devlet dinine karşı kuruldu.

Misyonerlik faaliyetleri ise 1867’deki Safer kanunu ile (yabancılara toprak  mülkiyet hakkı)   tanınmasından sonra hız kazandı: Alman, İngiliz, Amerikalı, İtalyan, Fransız, Avusturyalı vs. sömürgeleştirmek için Anadolu’da yabancı okullar açmaya başladılar. 19.yy’ın ikinci yarısında toplumun üst tabakalarında kültürel yabancılaşma başladı.

hacli-seferleri_jerusalem-kudus

Devlet dini-halk dini ayrımına yol açan tepkileri iki bölümde toplar Demirtaş Ceyhun: Antik toplumda feodalite, kapitalistin despotizmine karşı Asiatik toplumda yozlaşan üstün kabile despotizmine karşı tepki.

Sömürgeleşmiş ülkelerde yabancı emperyalist devlet dinlerine ve onların işbirlikçisi  kendi devlet dinlerine karşı. Bağımsızlık, kurtuluş, halkçı devlet özlemi taşıyan tepkiler (Modern çağdaki tepkiler).

Buna karşı Seyyit Nezir dipnotlarda Demirtaş Ceyhun’un halk dinine devrimci bir işlev yükleme çabasını, bu konuda kuramsal çerçeve oluşturma girişimini, dine dair olguları gözden kaçırması ve yanlış çıkarsamalara da yol açabilecek bir konu olduğunu vurguluyor.

Direnişleri halk dini olgunlaştırsa da Ceyhun’a göre halkçı kültürün kurulmaması yüzünden iç ve dış etkiler nedeniyle halk dini yobazlık/gericilik şekline dönüşmüştür. Örneğin Nurculuk Hristiyanlık yerine  devlete yönelmiş, yabancı sermaye ile desteklenmiştir (S.147).

986 adet Amerikan Barış Gönüllüsünün gayesi de modern misyonerliktir, halk dinini yozlaştırmaktır.  Amaç yerli kültürü tarihinden kopartmaktır.

Birilerine karşıt gibi görünse de gerçek İslamiyetin karşısında ideolojik (siyasal) İslamiyet belirleme sorununu, örnek metinlerle bir yanılsama olarak gören Seyyit Nezir örneğin 31 Mart  karşı devriminde Osmanlının toplumsal dinamiğinde varolan din hareketlerini emperyalistlerin gerici amaçlarla kendi çıkarları için kullanmayı başardığını gösteren tipik bir  olay olarak gösterir. Halk katındaki geleneklerle, Kur’an düzenindeki katı/resmi teolojik yorumlar arasında, aynı dili konuşan insanlar arasında fark yoktur ve bu nedenle ne emperyalizm ne de küreselleşmeye karşı halk cephesi çıkarmayacağı besbellidir (S.149).

Demirtaş Ceyhun kitabının son sözünde dini törenleri halk düşüncesinin sonucundan çok dinin sembolleşmesinin sonucu olarak görür, halkın dikkatini gerçek dünyadan uzaklaştırmayı amaçlayan bir fetişizm olarak tanımlar.

Halk dinine devlet düzeninin yeniden kurulmasında ve toplumun gelişmesinde büyük rol yükler. Emperyalist Hristiyanlıkla işbirliği yapan Osmanlı’ya karşı kurtuluş savaşında dinsel hareketin başarısını yüceltir.

Laisizmi Batının kültür emperyalizminin sonucu olarak görüp başarısının sürmemesinde tek engel görür. Zira kapitalist düzende laisizmi bilimsel olarak olanaksız görür.

Seyyit Nezir ise bu yargıya katılmayarak sonunda yüzde 98’inin Müslüman olduğunun altını çizerek İslamcı ideolojinin gelip dayanacağı noktanın İran İslam Devrimi gibi bir sonuç olduğunu vurgular.

Dinin yozlaşmasının nedeni dini denetim altına almak istemesidir (kapitalizm ya da feodalitenin).

Sosyalizmi laisizmin uyuşabileceği en ileri aşamadaki sosyal devlet düzeni olarak görüp bunu elde etmek için toplumsal dinamizmin özü saydığı halk dinini değerlendirmekle  mümkün olacağını ifade eder. Toplumsal iç dinamizmin faşizme kaymak yerine bilinçlendirilerek ilerici, sosyalist, halkçı düzenci hareketlere yol açacağını aydınların yadsımamasını salık verir.

TAMER UYSAL

dosteli2@gmail.com

YILMAZ GÜNEY SİNEMASI VE UMUT

Featured image

Devrim Sineması deyince Türkiye Sineması’nda Yılmaz Güney geliyor aklımıza… “Devrimci sinema yol gösteren değil düşünmeye sevkeden filmlerdir” demişti Güney. O bir Efsaneydi sinemamız için . O’nun “Umut” filminden de sözetmek gerek.
“Güzel adam, bizim toplumun adamı değildir, ağam… Amerikan sinemasının adamıdır” diyordu Yılmaz Güney. Sinemamızının “Çirkin Kral”ının adı sansürle, yasakla, mahpusla, kelepçeyle anılmıştı hep. Fırtınalı yaşamın kollarında oradan oraya savrulurken yazdı, yönetti, üretti Yılmaz Güney. “Hep halkımın karakterini oynadım” diyordu.
“İlk oynadığım filmlerde yarattığım tip aşağı yukarı ezilmiş bir adamdır,dürüst bir kişiliği canlandırdım, bunu düpedüz yaşamın getirdiği deneylerden çıkardım” diyordu.
Umut filmiyle birlikte devrimci kişiliğinden sözetmek gerek Yılmaz Güney’in…

Hem bir yönetmen hem bir oyuncu olarak zor hayatların insanıydı Yılmaz Güney.

O, Orhan Kemal’lerin, Yaşar Kemal’lerin havasını solumuş, hem yalnızlığın hem de ekmek kavgasıyla çıkar kavgasının kol kola gezdiği bir dünyanın insanıydı. Daima haksızlığa karşı koyan cesareti, esmer, kavruk yüzünden eksik etmediği gülüşü ile sinemada ismi hep öne yazılmıştı. Hem de istemediği halde…

Çünkü hayatın kendisiydi Yılmaz Güney, hep kendisiydi, insanı oynuyordu. “Çoğu zaman sokaktan hızla geçerken farkedemediğimiz şeyler vardır, ben durup baktım ve onları anlattım” diyordu. Halk tarafından sevilmesinin nedeni de buydu Yılmaz Güney’in. Sadece ülkesinde değil dışarıda da kısa sayılabilecek yaşamında sinemaya hem kendi yaşamını hem de gözlemlediği insanların yaşamlarını taşıyarak adından sözettirmeyi başarabilmişti.

Umudunu bir milli piyango biletine, defineye bağlayan faytoncu Cabbarların, polisin emrinde çalışan kabadayı Tilki Selimlerin, kurbanlık katillerin, sevdiği kızı hain bir tuzakta kendi elleriyle öldüren sonra da kan kusan Seyyit Hanların ülkesinde, bu acılı insanların yaşamını başarıyla anlatmıştı.

Umut, Acı, Ağıt, Arkadaş, Seyyit Han gibi filmler, bugün bile sadece Türkiye seyircisi için değil dünya seyircisi için de ilginç değerler taşıyor.

“DEVRİMCİ SİNEMA” “UMUT”LARI GELİŞTİREREK YARATILACAKTIR.

Umut, sorgulayan, eleştiren, yeniden üreten, çözüm yollarının ipuçlarını taşıyan, yarınlarımızı anlatan devrimci sinemanın başyapıtıydı. 70’li yılların toplumsal gelişimi içinde, Yeşilçam’ın geleneksel yapısını aşmaya yönelmiş, yani fakir kız-zengin erkek ya da tam tersi bir vuruşta beş on kişiyi yere seren başrol oyuncularının revaçta olduğu filmlerin aksine, ülkemizdeki sınıflar mücadelesinde geleceğe yönelik geleneklerin yaratıldığı, toplumsal muhalefetin yoğunlaştığı bir ortamın ürünü olmuştu. Büyük bir bölümü Yılmaz Güney’in kendi öz yaşam öyküsünü anlatıyordu. Özellikle kendi çocukluğu, ilk gençlik yılları ile ailesinin ve çevresinin yaşamından edindiği gözlemlere dayanıyordu.

Umut’ta kalabalık ailesini geçindirmek için iskeleti çıkmış atıyla didinen faytoncu Cabbar’ın tek geçim aracını yitirmesiyle umudunu bir defineye bağlayışı ve büyük bir hayal kırıklığı içinde umudun büyük bir umutsuzluğa dönüşü anlatılıyordu. Umutları hiçbir zaman gerçekleşmeyecek düşlere bağlattırılanların öyküsüydü Umut. Ve Yılmaz Güney’in yıllar yılı yaşadığı, denediği, sabırla yüreğinde taşıdığı gözlemleri, gerçeğin kendiliğinden taşıdığı güç ve güzellikleriyle, başka bir katkıya gerek kalmadan gerçek değerini bulmuştu Umutta… İnsan onuruna olabildiğine aykırı, kopkoyu bir yoksulluğun içine itilmiş insanların gerçekleşemeyecek bir umuda, bundan da umutsuzluğa ve giderek doğaüstü güçlere yönelmelerini ve bir kısır döngüye kapılmalarını anlatan Umut sinemamızın o güne dek gerçekçilik yolunda ulaşabildiği son noktayı belirleyen bir yapıt olmuştu.

Filmin gerçekleştirildiği koşullara bakıldığında, Yeşilçam geleneksel kalıplarını kıran Umut cesur bir çıkıştı. Verdiği mesaj net ve yalındı. Yılmaz Güney bu yalın öyküyü, buna çok uygun düşen yalın, abartısız bir dille ama görüntülerinin güzelliğine titizlik göstererek perdeye yansıtmıştı. Toplumsal sorunlara duyarlı, düşündüren, sorgulayan, kısaca yaşayan sinemanın ilk örneğini verdi ülkemizde Umut. Konu ve içerik ticari kaygılardan kurtulmuş, topluma yöneliyordu ilk kez. Bu yüzden yaratılan devrimci sinema üzerinde düşünülecek önemli bir basamaktı.

Umuttan sonra da pek çok film çekildi, öncesinde olduğu gibi… Kimileri ciddi çabaların ürünüydü, kimileri ise toplumculuk adına duyguları sömüren devrimci değerleri yozlaştırarak dejenere etme suçuna ortak olmuşlardı. Yine “Arkadaş” filmi de sınıf gerçeğinin belirlediği toplumsal ilişkileri derinlemesine inceleyen yürekli bir adım olmuştur. Ancak Güney’den sonra toplumsal sorunlara, yaşananlara, sınıflar mücadelesine yaklaşımlar, eleştirel bakışlar, sadece rastlanabilen kareler olurken, yaşanan sorunların çözümüne ilişkin ipuçlarını veren filmler sinemamızın başat eksikliği olma özelliğini korudu.

Sanatın diğer bazı dallarında gösterilebilen bu dönüşüm sinemada ise aksayan bir yan olarak kalmıştı. Bunda sinema tekniğinin özgünlüğü yanında konuyla ilgili birikim ve deneyim eksikliğinin olduğu yadsınamaz. Bu açıdan “Umut” çevrildiği koşullar gözönüne alınarak değerlendirilmeli ve toplumsal sorunların çözümü doğrultusunda düşündüren, öneren devrimci sinemayı bir çizgi haline getirme yükünü omuzlamamız gerektiği de unutulmamalıdır.

KISACA YILMAZ GÜNEY SİNEMASI HAKKINDA…

Egemen çevrelere karşı halkın yararına filmler yapması “Seyyit Han”la başlar. Bu film ‘toplum için sanat’ görevini gerçekleştirmede atılan ilk adımdır. İçerik ve teknik yönünden Yeşilçam kalıplarının dışına çıkmış, bu türe kapı açmıştır. 1968 yılında 5. Antalya Film Şenliği’nde ödül almış ancak sansüre uğratılmıştır. Senaryosunu yazdığı “Düşman” 30. Uluslar arası Berlin Film Şenliği’nde en iyi senaryo jüri ödülünü almıştır. Yine sinemamızın kısıtlı koşullarında “Endişe” 20. San Remo Uluslar arası Film Festivalinde uluslar arası ödüle değer bulunmuştur. ezilen insanları ve toplumun sınıfsal çelişkilerini başarıyla gözönüne sermiştir. 12. Antalya Film Şenliği’nde en iyi film ve senaryo ödülünü almıştır. Kısaca Umut’ta din adamını, Vurguncularda eli silahlı insancıl eşkiyayı, Endişede kan davasını, Zavallılarda kötülüklere yönelten yoksulluğu, İzin filminde ise genel kadına karşı insancıl tavrı konu alır vs.

Mor Defter (Yön:O.Nuri Ergün), Kasımpaşalı Recep (Yön:Nuri Akıncı), Bin Defa Ölürüm (Yön:Mehmet Aslan) Senaristliğini ve Yönetmenliğini Vedat Türkali’nin yaptığı “Sokakta Kan Vardı” gibi filmlerde geleneksel Yeşilçam sinemasının kalıpları içinde ama ustalıkla rol sergilediği filmlerle adını duyurmayı bilmiştir.

Adana – Paris adlı belgesel, Yılmaz Güney (Pütün) ’in doğduğu Adana’nın Yenice Köyü’nden sürgünde yaşadığı Paris’e uzanan yolculuğunun öyküsüdür. Bu filmde Halil Ergün, Aziz Nesin, Özdemir İnce, Costa Gavras ve Jacques Lang’la yapılan röportajların ve filmlerinden kolajın yeraldığı bir yapıttır.

Her dönem Türkiye Sineması ile ilgili yapılan “Bütün Zamanların En İyi On Filmi” soruşturmalarında Yılmaz Güney filmleri en iyi takdiri halktan gördü. Bu filmler yukarıda birçoğu adı geçen Umut, Ağıt, Acı, Sürü, Endişe, Düşman ve Yol gibi toplumsal içerik taşımaktadır.

YILMAZ GÜNEY: “BİZİM GERÇEK YARGICIMIZ HALKTIR”…


Sosyal yaşamın her alanında olduğu gibi sinemada sansürden nasibini almıştır. Nazım Hikmet, Orhan Kemal. Yaşar Kemal, Fakir Baykurt gibi Anadolu insanının içinde yaşadığı toplumsal koşulları ve sorunlarını anlatan yazarlarının sinemaya uyarlanmış romanları (Bu Vatanın Çocukları, Suçlu, Yılanların Öcü vs.) sansürden geçirilerek yasaklanıyordu. Çünkü politik iktidar için sinema ürkütücüydü. Yaşar Kemal’in yazdığı “Bu Vatanın Çocukları” ise Yılmaz Güney’in ilk filmiydi. Necati Cumalı’nın yazdığı “Susuz Yaz” adlı öykü Metin Erksan’la ve senaryosunu Yılmaz Güney’in yazdığı “Yol” ise Şerif Gören’le 1964 Berlin ve 1982 Cannes Film Festivallerinde ödül almalarına rağmen çeşitli gerekçelerle sansür kurullarınca yasaklanmışlardır. Yılmaz Güney’in yasaklı filmleri arasında rol aldığı Ömer Lütfü Akad’ın “Hudutların Kanunu” ve kendisinin yönettiği “Umut”, “Baba” ve “Seyyit Han” da vardır. Yasakların ve sansürlerin gerekçeleri ise tamamıyla film yönetmenlerinin senaristlerin, yazarların ve oyuncuların hayata bakışlarıyla ilgilidir. Egemenlerce mimlenen bu sinema filmleri ülkedeki kötü koşulları; yoksulluğu ve bu şartlar altında sürdürülen baskıları de gözler önüne sergiliyorlardı çünkü. Yani bunları göstermek açıkça suç olarak görülüyordu. Sosyal konulu filmlerin yasaklı olması sinemamızın bu açıdan geri kalmasına ve yozlaşmasına neden olmuştu. Sonuçta cinsel kimlik istismarı yapan ya da toplumsal koşulları farklı yöntemlerle alaya alan sulu komediler sinemanın seyirci kitlesini uzaklaştırıp zararını yine politik bir araç olarak sinemadan yararlanacak olan halka ve sanatçılara ödetiyordu. Bugün ise çok kanallı televizyonların günlük yaşama girmesiyle popüler ve ticari kaygılara teslim olunmuştur. Televizyon kanallarının sinemaya bakışları ve sanat anlayışları sosyal gerçek boyutundan bireysel konu ve istismara yöneldi. Türkiye’deki ilgi de bu alanlarda yoğunlaştı. Bu Türkiye’ye özgü bir şey değil. Örneğin “Charlie’nin Melekleri” adlı bir ABD aksiyon filmi Cannes’ın ödüllü filmi “Karanlıkta Dans” tan çok daha fazla ilgi çekiyor artık. Egemen için bir araç olarak sinema günümüzde egemen ideolojinin koşullarını daha da sağlamlaştırmaktaydı. Çünkü popüler filmler günlük yaşamın gerçeklerinden koparttığı seyircide rahatlık yaratıyordu. ABD sineması bunu bilinçli olarak yapıyordu. Popüler sinema özetle eleştirmez, sorgulamaz, muhalif istekleri olağanlaştırır. İyi ve kötü koşulları yan yana getirip koşullar sıradanlaştırılır. Anlatıdan kaçınılır ki tarihsel ve toplumsal olan gerçeklikler görülmesin.

Popüler sinema egemenler için aslında bütün çatışmaları gizleyen bir maskeden ibarettir. Oysa toplumsal ve belgesel sinema doğaya, çevreye ve topluma bakış ile bunların iç içeliğinden doğan ilişkileri sergiliyordu. Adı geçen bütün yazarlarımız ve sanatçılarımız gibi Yılmaz Güney de bunu yapıyordu. Halk çeşmesinden güç alanlardandı. Sinemamız için bir kilometre taşıydı. Hem halkının çilesine ortak olmuş birisi hem de yüzünü Amerikan sinemasına çevirmiş ondan medet uman iki yüzlü politikacıya karşı kendi kültürünü işleyen bir halk adamı ve sinema sanatçısı olmuştur, hem de tahammül edemediklerini bildiği halde.

ABD sineması, sinemada hep Amerikalılıktan sözetti ve kendi kültürünü yerleştirmek konusunda sinemadan çok iyi yararlandı. Amerikanın gönüllü elçileri ise ülkelerinde varolan gerçekleri unutturma konusunda maharet sahibi politikacılara bir şeyi çok iyi öğretti, iki yüzlülüğü ve Amerikan tarzı propagandistliği. Ülkedeki iki yüzlü politikacıların tahammül edemediği ise ezilen, sömürülen halkın çile ve acısını anlatanlar olmuştur. ”Ölüm Beni Çağırıyor” adlı gençlik öykülerinin yayınlandığı kitabın girişinde, “Hayat ile sanat arasındaki sıkı bağın somut bir örneği olarak, kültür tarihimizde köşe taşı olabilmiş sanatçılarımızın ilki, insanımızı duyarlılık temelinde kuşatmış olan Nazım Hikmet ise, ikincisi daha çok bilim katında sanatsal üretimi temellendirmiş olan Yılmaz Güney’dir” diyor.

Çünkü o bir anlatıcıdır. Hem ilk gençlik öykülerinde, hem de bir film kahramanı olarak, hem de çokça yönettiği filmlerde, sinema yapıtlarında. 1956’da yazdığı “Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri” adını taşıyan öyküsünde “Komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle tutuklanır. Hem hapse hem sürgüne mahkum edilir. Bu Yılmaz Güney’in tıpkı Nazım Hikmet gibi uzun hapis yılları dolu hayatının başlangıcı olacaktır.

DEVRİM SİNEMASI VE YILMAZ GÜNEY


Sovyetlerde başlayan “devrimci” sinema anlayışının ilk yıllarını anlatırken David Robinson’a ait şu sözü aktarılıyor:

“Biricik tehlike, bu dünyayı sizden de genç olanlara kaptırabilecek olmanızdı.” 1920’lerin başında genç Sovyet sanatçılarının önüne o zamana dek rastlanmayan türden sınırsız bir görme ufku açılmıştı. Geçmiş ölmüş ve gömülmüştü diyerek başlıyorlardı yazdıkları “Devrim Sineması” adlı kitaba Luda, Jean Schnitzer ve Marcel Martin.

Devrimden sonra ortak niteliği coşkuyla dolu olmak olan genc sanatçılara tiyatroların kapıları ardına kadar açılmıştı. Devrimci sanat, sosyalist sanat yani heyecan duyan, eşine rastlanmayan ve yeni toplumun gereksinimlerine hizmet edecek olan sanat yaratılacaktı. Kural, emsal, sınırlama, kısıtlama hiçbir şey yoktu. Yıkılmaz sanılan dev kütle yıkılmış ve bu iç savaşta savaşmış olan gençler çok korkusuzlardı. Her şey için gerekli olan da buydu. Enerji, coşku ve bir de yetenek. Sosyalizmin yüce dünyası, geçlere bu yetenekleri ortaya çıkaracak olan ortamı sunmuştu. Kiev, Moskova, Petrograd sokakları ve miting alanları Mayakovski’nin şarkılarına tempo tutup şarkılarını söyleyen, binalara ve bayraklara resimler çizen, doğaçlama oyunlar sergileyen, tartışan, gösteri yapan gençlerle doluydu.
Bu ortamdan en karlı çıkan alanlar resim ve sinema olmuştur. Devrim gençlerin önünü açmıştı. Yeni cumhuriyette kültürün her alanında gereksinim duyulan ve çalışma beklediği gençlik için tiyatro, gazete, ekmek, tramvay yani günlük yaşamın gerektirdiği her şey bedavaydı. Çalışmak isteyenlere kapılar ardına kadar açıktı. Devrime kadar aristokrasi ile Burjuvazi için sirk ve müzikol gibi sinema da burun kıvrılan ve küçümsenen türlerdendi. Bütün iş gençlere düşüyordu. Tiyatro halkın ağırlıkta olduğu bir seyirci kitlesi tarafından da izleniyordu. Ayzenştayn gibi müthiş kültürlü ve yetenekli gençlere sinema yani reddedilen bu tür büyük olanaklar sağladı. O zamana kadar sanat aristokrasinin tekelindeydi, gericiydi halktan kopuk ve anlaşılmazdı. Devrimle birlikte sinema sanat türleri arasında en alt sırada hatta yer bile almazken klasik sanat biçimleri arasına girebilmişti.
Sergey Yosipoviç Yutkeviç’in dediği gibi sol hareketler içinde belli bir akademizm etkiliydi. Sovyetler Birliği’nin bu genç sanatçıları yenilikçi ve gerçekten ilericiydi. Yeni sosyalist gerçekçi sanat bu genç sanatçıların cesur çıkışlarıydı. Her türlü etkiye açık, çok yönlü, araştırıcı, eleştirel ve deneyci bir atmosferde doğmuştur. Sağ kanatın seçkinci sanatına karşı kazanılmış sosyalist toplumun kuruluşu ve dönüşümü yolunda sol cephenin kesin bir zaferidir. Belgesel sinemanın ve sinema-gerçek akımının öncüsü olan Dziga Vertov da bu dönemde görünmüştü. 1970’li yılların başında Türkiye’de bu yönde öncü sinemanın adımı genç sinemacılar kuşağı ile atılmıştır. Toplumcu sinemanın ilk özgün örneklerinin ortaya atıldığı dönem bu dönemle geç de olsa örtüşür.
“Kimin İçin Sanat?” tartışmalarının yaşandığı bu dönemde egemenlerin karşısında toplumun çıkarlarından yana ve toplumsal olaylarla da büyüyen emekçi sanatın ilk tohumları atılıyordu.

İlk üniversite işgallerinin, tütün ve toprak yürüyüşlerinin, ulusal petrol, ulusal bağımsızlık kampanyalarının sürdürüldüğü bu dönemde “Devrim İçin Hareket Tiyatrosu” sokakta, fabrikalarda, kahvelerde, okullarda, grev alanlarında, meydanlarda ve gecekondu alanlarında bütün engellemelere rağmen kısaca her yerde Nazım Usta’nın da deyişi ile “en güzel sokaklarda en güzel insanlara akıyordu sanat”. Sinemada ise ilk ciddi mesaj Yılmaz Güney’in oyunluğuna dayanan “Hudutların Kanunu” adlı filmle verilmişti. Yönetmeni Ömer Lütfü Akad’tı. 1965’ten sonraki 100’ün üstünde oyunculuk ve yasaklı “Seyyit Han”la başlayan başarılı yönetmenlik denemesinden sonra 1970’lerin başından itibaren Yılmaz Güney “Umut”, “Acı”, “Ağıt” ve “Arkadaş” gibi toplumsal izlekli filmlerle sinemamıza damgasını vuracaktır.

TÜRK SİNEMASINDA DEVLEŞEN YILMAZ GÜNEY


Yutkeviç şöyle diyordu: “Ülkem her şeyi vermiştir. Bana güvenip ‘bütün sanatların en önemlisi’ adına çalışma hakkını tanımıştır. Bizim ülkemizde sinema yalnızca tek bir haktan, aptal ve sorumsuz olma, para basan bir makine olma, bir karnaval atraksiyonu olma hakkından yoksundur. Bizim ülkemizde sinema, halka karşı akıllı, derinlikli ve sorumlu ürünler vermekle yükümlüdür.” Sovyet Devrimi’nin başında tanıdığı olanaklarla yetişen kuşak ağır bir sorumluluğun altında asla ezilmedi.

Devrimci sinemanın dehası ve büyük ustası sayılan ve bütün zamanların en iyi filmi “Potemkin Zırhlısı”nın yaratıcısı Ayzenştayn’ın manevi babam dediği Vsevolod Emilyeviç Meyerhold’un Proletkült Tiyatrosu, Ferdinandov Kahramanca Deneyler Tiyatrosu ve Foregger Stüdyosu’yla önü açılan devrimci sinema dünya ölçüsünde batıyla bo ölçüşebilecek hatta önünde sinema dünyasının kapılarını açacaktır. Ardından tutkulu bir devrimci, militan bir kuramcı ve senaryolarını da kendisi yazan belgesel sinemanın (Sinema-Göz) kurucusu Dziga Vertov da gelişiyle yeni bir aşamanın dönüm noktası olmuştu.

1920’den 1940’a bu sorumlulukla bir araya gelen çeşitli meslekten insanlar Sovyet Sinemasının ilk yirmi yılını inşa etme onurunu elde ettiler: “Daha güzel olanı, hepimizin kendimizi , ortak bir çabaya ait bir topluluk gibi hissetmemizdi. Kimse kendi kafasına göre çalışmıyor, herkes komşusunun kazma vuruşunu hissediyordu. Çok çeşitli alanlarda darbe üstüne darbe vurarak bu toprağı boş ve çorak kalmaktan çıkarmayı başarmışızdır.” diyordu Sergey Mihayloviç Ayzenştayn… Sovyet Devrim Sineması dünya sinemasına Ayzenştayn, Pudovkin, Dovjenko ve Kuleşov gibi dört ustayı kazandırmıştı. Bizde ise Yılmaz Güney’in adından sıklıkla sözettirdiği yıllarda TV henüz günlük yaşama tam olarak girmemiş, popülerliğini kaybetmemişti. 1980’ler sinemanın toplumsal işlevini yitirdiği buna karşılık ABD tarafından endüstrileştirildiği ve tekeline alındığı ama kültürel yaşamda oynayacağı rolün gözardı edilmediği yıllar olmuştu. Yılmaz Güney Türkiye sinemasında Nazım Hikmet gibi sinemada yerleşmiş geleneklere karşı çıkıp putları kırıyordu adeta…
1970’lerdeki 3.dünya devrimci sineması gibi batılıların ilgisini çekecek türden ayrıntılara değil sisteme dair genel bir eleştirel bakış açısı taşıyordu. Bu nedenle filmlerinin çoğu belgesel niteliği taşıyıp gözlemlere dayanıyordu. Halil Turhanlı’nın Bell Hooks’tan alıntı yaparak vurguladığı gibi “sesini bulmak” tı eksik olan. Nesne olmaktan kurtulmak ve özne olabilmek. Baskıya karşı koymak için bağırmak, haykırmak, haykırabilmek için sese sahip olmak gerekiyordu. Yılmaz Güney filmleriyle insanlara yaşadıkları sefil hayatın sorumluluklarını işaret ediyordu. Adana’daki gençlik yıllarından sinemanın zirvesine yükselinceye kadar geçen her dönemde bunu bilinçli olarak amaçlamıştı Yılmaz Güney. Bunun için devrimciydi. “Devrimci Sinemacı” olmasının nedeni buydu. Anlatmak istedikleri için sonuna kadar gerçekçi, ödünsüz, militandı…

Yılmaz Güney kendini anlatıyor…
Doğumundan yıllar sonra aldığı nüfus kağıdına göre 1937, kendi açıklamasına göre 1931 doğumluydu:
“1937 yılında, Türkiye’de bir güney şehri olan Adana’nın Yenice köyünde doğdum. Kürt asıllı, topraksız bir köylü ailenin iki çocuğundan biriyim. Annem dindardı ve okuma yazma bilmezdi… Babam ise okuma yazmayı askerde öğrenmişti. Annem gibi o da okula hiç gitmemişti…”
Yılmaz Güney’in gerçek adı Yılmaz Pütün’dü. Anlamını şöyle açıklıyordu Güney:
“Asıl adım Yılmaz Pütün’dür. Adım zorluklar karşısında eğilmez, umutsuzluğa kapılmaz, yılgınlığa düşmez ve başeğmez anlamına gelir; soyadım Pütün ise bir dağ meyvesinin kırılmaz çekirdeği demektir.”
Çocuk yaşta ekmek kavgası içinde buldu kendini; “Dokuz yaşımdan bu yana hayatımı çalışarak kazandım” diyordu. İlk işi hayvan gütmek, sonra pamuk tarlalarında ırgatlık, suculuk, traktör sürücülüğü …
Adana’daki İnönü ve İnkılap ilkokullarında okudu. Liseyi Adana’da bitirdi. And filminin Adana’da bulunan bürosunda da çalışmaya başlamıştı. O yıllarda “Doruk” adlı bir sanat dergisi çıkardı. Sanata meraklıydı ve hikayeler yazıyordu. 1955 yılında bir öyküsünden dolayı takibata uğramıştı. Hakkında dava açıldı.
1956 yılından itibaren Adana’da yayınlanan “Salkım” dergisine, İstanbul ve Ankara’da yayınlanan “Yeni Ufuklar” ve “Pazar Postası” gibi dergilere de öyküler yazmaya başladı.
İstanbul’a gelip İktisat Fakültesi’ne kaydını yaptırmıştı. Fakat devam edemedi. 1955 yılında “13″ dergisine yazdığı “3 Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri” adlı öyküde komünizm yapıldığına karar veren mahkeme sonuçlanmıştı: 1,5 yıl ağır hapis ve 6 ay sürgün cezası.
Öğreniminin yarım kalmasına yol açan ve bu cezanın sürüklediği yaşamını kısaca şöyle özetliyordu kendi ağzından Yılmaz Güney:
“Öğrenimim yarım kalmıştı. Önümdeki tek yol, kendimi hayatın okulunda, hayatın kabul ettiği ve dayattığı öğretmenler aracılığıyla eğitmekti. Öyle yaptım… Kitaplar, sinema, iş, cezaevi, acımasızlık, hayatın katı kuralları, toplumsal baskılar, kahpelikler, yiğitler… Karşılaştığım zorlukları yenmek için direnmek ve kararlılık… Öğretmenlerimden biri zor’dur…” diyordu.
Üniversitede öğrenimini sürdürürken tanıştığı yönetmen Atıf Yılmaz’a asistanlık yapıyordu. İlk kez onun 1958′de yönettiği “Bu vatanın Çocukları” adlı filminde başrol oynadı. İlk senaryolarını da bu dönemde yazmaya başlamıştır.
1961 Mayıs’ında cezaeviyle tanışmıştı. 1962 Aralığı’nda sürgünle… İlk hapisliğinden kalan mahkumiyetinin geri kalanını tamamlamak üzere muhafazakarlığıyla ünlü Konya’ya sürgüne gönderilmişti. Konya sınırlarından dışarı çıkması yasaktı. Her akşam polise imza veriyordu. “En çok imzayı polis defterine attım” diyordu: Tam 180 defa…
Yılmaz Güney’in yaşamından çalınan tam 2 yıl…
İlk hapisliğinden sonra 1963′te kendi yazdığı senaryoda; “İkisi de Cesurdu” (Yön: Ferit Ceylan) başrol oynadı ve tüm Anadolu’da dikkatleri üzerine çekti. Seyirci ve Yılmaz Güney arasında ilk köprü kuruldu. Ardından Tunç Başaran’ın yönettiği “On Korkusuz Adam” ve “Koçero” adlı filmlerle adı “Çirkin Kral”a çıktı ve kendi mitosunu yarattı. Yapımcı Hasan Kazankaya ile ilk yönetmenliği denedi; “At, Avrat, Silah”la…
1968′deki “Seyyit Han” yönetmenlikteki ilk çıkışıdır. 1970′teki “Umut” ise toplumsal gerçekleri taviz vermeden sergileyerek Türk sinemasında yeni bir dönem açtı. Yine 1971 yılında yönettiği “Baba” melodram sinemasının en düzeyli örneklerinden birini vermişti.
Ünlü romancı Kemal Tahir Seyyit Han filmini izledikten sonra büyük heyecan duyduğunu belirterek Güney’i, “halkın içinden yetişmiş, gerçek bir halk sanatçısı” olarak nitelendirmişti.
1971 Mayıs’ında on binlerce aydın, sanatçı, yazarla beraber gözaltına alınan Güney bu kez hakkında kesin bir delil olmamasına rağmen sırf kendisiyle ilgili kuşku nedeniyle ikinci kez bu defa Nevşehir’e 3 aylığına sürgün edilmişti. Sürekli polis denetiminde tutuluyordu.
1972′de THKP-C’ye yardımda bulunduğu gerekçesiyle hapse mahkum oldu. 2 yıl Selimiye Kışlası, Bayrampaşa ve Toptaşı cezaevlerinde kaldı. Salpa, Hücre, Sanık gibi öykü kitapları bu dönemin ürünüdür. O günleri şöyle anlatır:
“1972′ de, Mart’ın 16′sında, devrimcilere yardım gerekçesiyle tutuklandım. Mahkeme sonucu 10 yıl ağır hapis ve sürgün cezasına çarptırıldım. Ecevit hükümetinin 1974 genel affıyla serbest bırakıldım. Bugün ise Ecevit cezaevindedir.
1974 Eylül’ünde, bir cinayet olayına adım karıştı ve 19 yıla mahkum edildim. Cezaevindeyken “Güney” adlı bir kültür-sanat dergisi çıkardım. Onüç sayı sonra sıkıyönetimin yeniden gelmesi üzerine, dergimiz kapatıldı ve hakkımda yazılarımdan ötürü on ayrı dava açıldı. Suçum, komünizm propagandası yapmak, milli duyguları zayıflatmak, halkı suç işlemeye teşvik etmek, suç sayılan fiilleri övmek ve devletin içte ve dışta itibarını sarsmak…”.
Yılmaz Güney için istenen ceza toplamı 100 yıldı.
Bu dönem içinde Erden Kral’ın yayın yönetmenliğini yaptığı Güney Dergisi’ni çıkaran Yılmaz Güney, Orhan Kemal Roman Ödülü’nü kazanan “Boynu Bükük Öldüler” adlı romanını da yayınladı.
1974 yılında “Endişe” adlı filmini çekmek için gittiği Adana’nın Yumurtalık ilçesinde adı yöre hakimi Safa Mutlu’nun vurulması olayına karışmış ve 24 yıl hüküm giymişti. Bu ikinci hapislik döneminde “Sürü”, “Düşman” ve “Yol” un senaryosunu yazdı.
1981′de 8 yıl cezaevinde kaldıktan sonra Isparta yarı açık cezaevinden “bayram izni”ni alıp, bir daha dönmemek üzere yurt dışına çıktı. Güney, 1981 Ekim’ine kadar, geride bıraktığı yaşamının yaklaşık 12 yılını çeşitli cezaevlerinde geçirmişti. Bu oniki yıl içinde, ikisi yarı-açık olmak üzere onbeş cezaevi tanımıştı.
1982′de Şerif Gören’in yönettiği “Yol” Cannes Film Şenliği’nde Altın Palmiye ödülünü kazandı. 1983′te TC vatandaşlığından çıkarılan Yılmaz Güney’in filmleri toplatıldı, adından sözedilmesi 12 Eylül cuntası tarafından yasaklandı.
Yurtdışında (Fransa’da) çektiği “Duvar” Güney’in son filmi olmuştur. Büyük usta 9 Eylül 1984′te yaşamını yakalandığı mide kanserinden kaybederek sevenlerini üzdü:
“Ülkemden ayrıldıktan sonra ilk aylarda üç davanın sonuçlandığını, sonuçta, toplam 20 yıl ağır hapis, 7 yıla yakın da sürgün cezası aldığımı öğrendim… Öbür davalarım devam etmekte; ancak henüz hangileri sonuçlandı, ne kadar ceza aldım, bilmiyorum…”


NOKTALI VİRGÜL


“Bak, herkes bir tutulsaydı; söyledikleri olurdu… Herkes; bu ayrıntıları kaldıramaz ki ortadan. Kaldırsalardı; cennet olurdu buraları cennet… Ah domuzlar sizi bir gün hepinizin topunu attıracaklar… Bunu orospu dediğim kadın söyledi. İnsanların hep bir olması gerekirmiş.”
1958′de yayımlanan “13″ adlı fikir ve sanat dergisinde yayınlanan “Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri adlı öyküsünde böyle diyordu Güney.
1961 yılında bu yazısında komünizm propagandası yaptığı için yargılandı. 1,5 yıl hapis ve 6 ay sürgün cezasına çarptırıldı. İlk yönettiği ve başrolünde de oynadığı Seyyit Han (1968) ve Aç Kurtlar (1969) sansüre uğramıştı. Köhne inançlara, gerici törelere, toplumsal yanlışlara ve egemen baskılara karşı çıkıyordu. Günlük yaşamın gerçeklerini, yoksul ve ezilen insanı anlatıyordu. Umut filmi için; “Umut, aslında kusur olan durumları belirten bir işarettir” deyince film hemen yasaklandı.
1972′de THKP-C ile arasında kurulan bağ nedeniyle siyasal iktidarın baskıları tutuklamaya dönüşüp ikinci hapisliğini yaşadı. Arkadaş (1974) bu dönemin ürünüdür. Arkadaş filmiyle Yılmaz Güney, değişen değerler yerine eskinin dejenere edilmiş doğrularını koyar. Bu sorunun uzantısı bugüne de aittir. Varsıllık hırsı, bunun peşinde koşmanın toplumsal idealleri altüst edişini daha o günlerden anlatır.
Üçüncü hapisliği “muhafazakar bir savcıyı” öldürdüğü iddiasıyla gelir. Bu defa 19 yıllık uzun bir hapislikti bu… Yılmaz Güney’e göre ise bir suçlama. “Sürü” ve “Yol”un senaryoları bu dönemin ürünüdür. Ve Yılmaz Güney’in talimatları doğrultusunda filme çekilmişlerdir.
1981′de izinli olarak çıktığı cezaevinden yurtdışına kaçmak zorunda kaldı. Ancak yurtdışındayken gıyabında 7 yıl daha hapse mahkum edildi. Yurttaşlıktan çıkarıldı. “Yol” bu dönemin ürünüdür ve kurgusu Yılmaz Güney tarafından yapılmıştır. Cannes Film Şenliği’nde “Altın Palmiye”yi kazanmıştır.
1983′teki “Duvar” (Le Mur) ise Güney’in sürgünde yönettiği en son filmidir. Bazı çevrelerde Yılmaz Güney’in toplumsal filmlerdeki yaklaşımına farklı bir bakış sergilediğini savunan yönetmenlerce kuşkuyla karşılanmıştır. Yılmaz Güney’in sürgünde çektiği ilk ve son filmi katı, önyargılı bulunduğu için bu açılardan eleştirilmişse de biçimsel açıdan taşıdığı değerlerle kendine ayrı bir yer edinmiştir. Ancak hapishanelerdeki kötü koşullarda yaşayan siyasi tutsaklara bir bakıştı Duvar. 1976 yılında Ankara Cezaevi’ndeki bir çocuk koğuşunda meydana gelen baskıların arkasından gerçekleşen isyanı ve siyasi sol görüşlü tutsakların içinde bulunduğu koşulları anlatır.


BEYİNLERE İŞLEYEN “UMUT” SİLİNMEYECEK


“Hudutların Kanunu” (1966) halkbilim öğelerine dayanan çoğu belgesel bir nitelik taşıyan filmlerden biriydi. Senaryosu yine Yılmaz Güney’in bir öyküsüne dayanıyordu. Başrolünü de Güney oynuyordu.
Kızılırmak Karakoyun (1967) Nazım Hikmet’in öyküsüne dayanıyordu. Her iki filmde de Anadolu’nun feodal düzenine bakış ve eleştiri vardı. Bu düzenin suça, kaçakçılık suçuna canını hiçe sayıp itilen insanlarını anlatıyordu. İnsan ve toprak ilişkisinden yola çıkıyor, öte yandan acımasız doğanın belirlediği yaşam biçiminin zorluklarını ortaya koyuyordu.
Denilebilir ki Atıf Yılmaz Batıbeki’den sonra yaşamında hatırı sayılır yeri olarak sinemacı gösterilecek Ömer Lütfi Akad’dır.
Akad, “Kanun Namına” ile ilk defa sinemanın günlük yaşama girdiği gerçekçi bir sinema dilinin yaratılmasında yeni bir dönemin kapısını açmıştır. Atıf Yılmaz’ın “Bu Vatanın Çocukları” (1959) adlı filmiyle oyunculuğa başlamıştı Yılmaz Güney. Hiçbir zaman sinemamıza egemen olan moda akımların etkisinde kalmadı. Başından son filmlerine kadar halktan yana ve toplumcu gerçekçilik doğrultusunda giderek ulusal sinemanın olanaklarını da zorlayarak kendi çizgisini belirledi.
Duygu Sağıroğlu’nun “Ben Öldükçe Yaşarım” (1966) filmi sinemadaki “Çirkin Kral” söylencesini pekiştirdi. 1970′ten sonra sinemamızda o güne kadar etkisini sürdüren ve Güney’in yaşamında yeri olan Atıf Yılmaz ve Ömer Lütfü Akad dışında Yılmaz Güney’in ortaya çıkmasıyla ayakta kalabilmesini sağlayan üçüncü isimdi Sağıroğlu. Ulusal sinemamıza yönveren Akad’ın çizgisini geliştiren de Yılmaz Güney olmuştu.
1968′de ilk yönetmenlik denemesi Seyyit Han ise yenilikçi ve toplumcu sinemamızın ilk çıkışı sayılır. O zamana kadar önemli yönetmenlerin yanında oyunculuk, yönetmen yardımcılığı ve oyun yazarlığı yaparak deneyimlerini aktaran Güney, ilk kez varolma savaşı veren sinemamızda yönetmen olarak da yer almıştı. Hem büyük bir başarıyla… Ancak konusunun destansılığının, gerçekçiliğinin ekonomik ve toplumsal boyutuyla her yönüyle sansür kurullarının dikkatini çekmesi Adana Film Şenliği’nde ödül almasına rağmen yasaklılar listesine alınmasına yol açmıştı. Yılmaz Güney’in “Hudutların Kanunu” filminde tanıştığı yasaklar yönetmenlik denemesinde de sürdürüldü.
1983′te yeniden yürürlüğe konan sansür tüzüğü, tüm filmlerini hatta daha sonra adının anılmasının bile yasaklanmasına kadar varacak sansür kurulu uygulamalarının başlangıcı olur.
Kemal Tahir’in Adana Film Şenliği’nde jüri üyeliği yaptığı sıralarda “Karşısında büyük heyecan duydum. Bence halk sinemasının halka bir meseleyi nasıl anlatması gerektiğini en kaba, en kestirme yoldan gösteriyordu” dediği Seyyit Han, yoksul aşıkla sevdiği kıza göz koyan ağa mücadelesi çerçevesinden “kurban ve cellat” ilişkisine işaret ederek trajik bir öyküden yola çıkan başarılı bir toplumsal uyarlamaydı. Orhan Kemallerin, Yaşar Kemallerin dünyasından, kendi deneyimlerini katarak oyun yazarlığı yanıyla geliştirdiği bu öykü, oyunculuğunun da katkısıyla Türk sinemasında toplumsal gerçekçilik yolunda gelinen en son noktayı belirledi. Toplumsal gerçekçiliğe kapı açtı.
1968′de “Aç Kurtlar”, 1969′da “Bir Çirkin Adam”ın ardından en iyi Türk filmi sayılan “Umut”la Güney o zamana dek alışılmış kalıpların ötesinde apaçık bir gerçekçilikle tepkisini ortaya koyuyordu. Seyyit Han’la başlayan toplumcu bakışını geliştiriyordu.
Umut, 1970′te Adana’da Altın Koza Sinema Şenliği’nde en iyi film seçildikten sonra yasaklanınca Danıştay izniyle gösterime çıkabilmişti. Senaryosu yine tamamıyla Yılmaz Güney’indi ve kendi özyaşam öyküsüne dayanıyordu. Çocukluk, ilk gençlik yılları, ailesi ve çevresinden edindiği gözlemlere dayanıyordu. Ailesini geçindirmek için eski faytonuyla didinen Cabbar’ın atını bir trafik kazasında yitirmesiyle düştüğü umutsuzlukla bir define arayışı içinde yaşadığı düş kırıklığını yansıtmaktaydı. İnsanların içine itildiği yoksulluğu anlatıyordu.
“Yarın Son Gündür” (1971) Çirkin Kral söylencesini sürdürmeye bir katkıydı.
Daha sonra 1971′de “Kaçaklar”, Şerif Gören’in kendisine asistanlık yapacağı “Vurguncular”ı gerçekleştirdi. 1971, Güney’in en verimli devrelerinden biridir. Ağıt, Acı ve Umutsuzlar arka arkaya aynı yıl ortaya konan sinemamızın başyapıtlarıdır. Kısaca, “Ağıt” düzenle savaşım veren bir kaçakçı çetesini, “Acı” sert ve acımasız Anadolu’da öç alma töresini, “Umutsuzlar” yer altı düzeninin dünyasında tutkulu bir aşka fedayı anlatır. “Baba” ise ailesinin geçimini sürdürmek için bir cinayeti üstlenen kişinin öyküsüdür.
Güney’in olgunluk devresini ve bugüne uzanan kalıcı yerini kazandıran ikinci hapisliğinde yani 1974′teki filmi “Arkadaş” olmuştur. Arkadaş kuruluşu, dramatik yapısı ve izleğiyle gelmiş geçmiş filmler arasında yeşilçama ve geleneksel anlayışına karşı çıkan bir duruşu sergilemiştir. Filmin özellikle finali belleklerden silinmeyecek. “Hesabı sorulacak bir tokadın” ardından verilen mesaj Yılmaz Güney’in siyasal kişiliği ve yaşama bakışına ilişkin o zamana kadar verilmiş en net tavırdır ve sinema dışında da sevenlerinin yüreğinde ve beyninde asla silinmeyecek şekilde yer almasını sağlayacaktır.
Biri sınıfını değiştiren öğrencilik yıllarındaki iki kafadar arkadaşın yıllar sonra bir araya gelişlerinde yaşadıkları olayları anlatan bir öyküdür bu… 1974 Türkiye’sinin toplum katlarından, kişilerinden, toplumsal ilişkilerinden bir kesit veren bir üründü. Umut’un yalın, saptamacı gerçekçiliği Arkadaş filmiyle hazır reçetelerin dışında ilk kez ciddi ve sınıf gerçeğinin belirlediği toplumsal ilişkileri derinlemesine inceleyen yürekli bir adımdı. Gerçekçilik yolunda ve olgunlaşmada yeni bir aşamayı ve noktayı belirliyordu.
1971′deki hapisliğinde yarım bıraktığı Güney’in “Zavallılar” filmi Batıbeki tarafından 1975′te tamamlanabilmiştir.
Yumurtalık savcısı cinayeti suçlamasından sonra yaşadığı tutukluluk devresinde önce “Sürü” (1979), ardından “Düşman”da (1980) Zeki Ökten ve “Yol” (1982) filminde Şerif Gören’le birlikte çalıştı. Tümünün senaryosu hatta kurguları kendisine aitti ve alışılmış çizgisini hapisliğine rağmen sürdürdüğü filmlerdi. Hem de dünyada eşi benzeri görülmemiş bir biçimde, yönetmenin tutukluyken de yapıtlarını gerçekleştirebilmesi gibi benzersiz bir olayı yansıtmıştır.
Kısaca Düşman’da ezik ve yalnız ve bu nedenle de çözüme tek başına gitmeye çalışan işsiz gencin kötü yola düşmüş karısıyla çevresinin ilişkisini, Yol, törelere göre ihanet eden karısına ceza verme görevi kendisine düşen kocayla diğer izinle cezaevinden çıkan tutukluların başından geçenleri, Sürü de, bir aşiretin sürüsüyle kırsal alanda büyük kente geçişini ve giderek çöküşünü anlatıyordu.
Güney’in yaşamını anlatan ve kesitler veren 74 dakikalık “Adana-Paris” adlı belgesel, yönetmen Ahmet Soner tarafından gerçekleştirilmiştir.


TARTIŞMASIZ DEVRİMCİ: YILMAZ GÜNEY


Yılmaz Güney 2000 yılında tartışılıyor…Tartışmalar solun en radikal kesiminden sağın en tutucu yazarlarına varıncaya dek yayılıyor. 30 yılın hesaplaşması…
Basınımızın sözümona en önemli, seçkin, mümtaz yazarları… Yılmaz Güney’e ve Arkadaş filmine saldırıyorlar. Ve Duvar’a da tabii. Duvar filmindeki sisteme karşı yöneltilen realist eleştiriyi sert buluyorlar. Tıpkı Nazım gibi vatan hainliğine kadar vardırılıyor bu tepkiler… Önce acımasızca eleştirenler sahneye çıkıyor. Yılmaz’ı sevenler gereken cevabı veriyor. 6 Şubat 2000 tarihli Cumhuriyet’te “Düzenle bütünleşmiş cüceler, patronlarının tekerine takoz koyan haydutlara tahammül edemiyor. Doğrudur bu… şaşmamak gerekir” diyerek en güzel yanıtı veriyor Mehmet Baydur.
Amerikan filmlerine alışmış, onlarınki gibi hızlı, ani, hafif, uçucu olmalıydı her şey. Yılmaz Güney’e saldıranlar itiraf ediyor: Yazmasalar çıldıracaklardı çünkü…
18 yaşında bir öyküsünden dolayı hapse atılan, yaşamından 11 yıl çalınan ve dört yılını sürgünde geçiren büyük bir halk sanatçısıydı o… Savcının yargısı ve 1,5 yıl süren ilk hapisliğinin gerekçesi bir işçi kızın öyküsünde geçen şu sözlerdi: “Eğer herkes eşit olsaydı burası bir cennet olurdu”. Suçu komünizm propagandası yapmaktı.
Halkı onun adını da tıpkı Nazım gibi en sevilenler arasına yazdırmıştı. Orhan Kemal’in deyimiyle bize lazım olan “kötülüklerle, alçaklarla, bayağılıklarla mücadele edecek aydın tipler” değil miydi? Yılmaz Güney olması gerekendi işte.
Arkadaş filmini eleştirenler onun tehlikeli, acımasız ve yanlış mesajlar taşıdığını öne sürüyorlardı. “Saf sosyalist birey”den yana olan bu sözümona ortasınıf korumacıları nedense saf olarak ne orta sınıfı ne de bu sınıfın çelişkilerini eleştirenlerin, ezilenlerin yanında yeralanların safını seçtiler. Tekellerin sesi ve sermayenin çığırtkanları olmaktan öte.
Aslında “İlericiler Çetesi” diye eleştirirken çoğu açmazda, AB’ye endekslenmiş kafalara sahiplerdi. Malum bu çevrelerin müttefikleri olarak Yılmaz Güney gibi devrimci sanatçılara bakışları da o kadar dar ve basit açıdandı. Yılmaz Güney onlara göre güya kabadayı, lumpen, eğitimsiz, feodal hatta bilgisizdi.
Güney gibi bütün emekçi aydınlar onlara göre böyle idi. Çoğunun utancı emekten yana olanların yaşam biçimini seçemedikleri içindi. Aslında ondandı.
Her şey İnci Aral’ın yazıp da Fatoş Güney’in Costa Gavras’a verdiği ve Yılmaz Güney’in yaşamını anlatan hikayenin filme çekileceği ile ilgili haberin bir gazetede yayınlanmasıyla başlamıştı. Fatih Altaylı’nın yurt dışına çıkışıyla ilgili olarak Güney’i “kendisine bir siyasi havası yaratan katil” suçlamasına daha sonra Serdar Turgut ile Engin Ardıç da katılacak ve Güney’i efsaneleştiren gerçek sanatçı yönünü gözardı ederek “maço, lumpen, katil” gibi sataşmalarla sürdürülecektir.
Evet, kıskandıkları, çekemedikleri Yılmaz Güney onların hiçbir zaman kıyısına bile varamayacakları kadar halk nazarında bir mitos, büyük bir efsaneydi. Ama Nihat Behram’ın da dediği gibi Yılmaz Güney gibi gerçek sanatçıları mitoslaştırma böyle körelen ve güdümlü beyinlerde bu körlüğü besleme tipik medya yazarlarında rastlanamayacak türden bir sanatçının olduğu biçimde bütün olarak değerlendirilmesine engeldi.
Oysa Güney Türk sineması için bir kazançtı. Adı Larousse’den Hallivel Filmgoer’s Companion’a tüm ansiklodedik kaynaklarda yeralabilen, filmleri Film Guide’lara girmiş tek Türkiye sinemacısıydı. Ve Anadolu’nun bir köyünden gelip de sinemada dünya çapında yer edinmek kolay yabana atılabilecek bir şey de değildi.
Yılmaz Güney onu eleştirenlerin hiçbir zaman olamadıkları kadar içtendi. Eşi Fatoş Güney’in belirttiği gibi halkıyla iç içe geçmiş, içinden gelmişti. her şeyini çok iyi biliyordu.
Ancak sistem aykırı olanı sevmiyordu. Barındırmıyordu. Yıllar sonra Yılmaz Güney’e karşı takınılan tutumun gayesi apaçıktı: Onun kişiliğinde simgeleşen, günümüzde geçerli kılınan uzlaşmacı, itaatkar ve popülist yığın kültürüne karşı duran devrimci mitosu yıkmak.
Yılmaz Güney lümpen değildi. Çünkü uçurum insanlarının, şehrin varoşlarında, kent kıyılarında tutunmaya çalışanların eleştirel bilinç edinerek, güçlerinin farkına varabileceklerini biliyor ve bu duyarlılıklarının toplumsal dönüşümde rol oynayabileceklerini böylesi bir birleşmenin yıkıcı kimyası olduğunu sanatçı yönüyle vurgulayarak işaret etmesiydi. Yılmaz Güney’e saldırının nedenlerinden biri de bu misyonudur aslında.
Köşeye sıkıştıkça Fatih Altaylı’nın da gecikmeden itiraf ettiği gibi güya “ifratla tefrit arasında” yaşadığımız için uçları törpülenmiş, Yılmaz Güney gibi emekten, halktan yana sanatçıları işlerine geldikleri şekilde anlatmak için böyle yığınlar, topluluklar gerekliydi. İşlerine öyle geliyordu çünkü.
Cüneyt Ülsever, Serdar Turgut, Fatih Altaylı, Yağmur Atsız, Ahmet Selim, Hadi Uluengin, Engin Ardıç gibi besleme medyadan doyanlar için ise doğal bir beklenti idi bu…
Çünkü yazarın dediği gibi maaşları, köşeleri holding patronlarının hediyesidir.
Her şeye rağmen umutlar yeşerip duracaktır.

YILMAZ GÜNEY İÇİN NE DEDİLER?


Onat KUTLAR: “Yılmaz Güney, sinemamızın en önemli bir numaralı yönetmeni olmaya devam ediyor”.

Mahmut Tali ÖNGÖREN: “Ben onu yalnız bir sanatçı olarak görmüyorum. Sinema yoluyla ve sinemanın da ötesinde geniş kitleleri, ezilmiş insanları, sorunları olan insanları etkileyen bir sinemacı”.

Kurtuluş KAYALI: “Yılmaz Güney’in sineması Türkiye’nin hiçbir döneminde nesnel olarak incelenmedi. Güney Sineması üzerinde tekrar tekrar durmayı gerektirecek derinliktedir”.

Atilla DORSAY: “Yılmaz kadar Türk toplumunun çelişkilerini hisseden, yakalayan ve sinemasına yansıtan bir sanatçı olmamıştır”.
Ayşe Emel MESCİ: “O, sinemamızın şairidir.”
Cengiz BEKTAŞ:”Ben Yılmaz Güney’i yapıtlarıyla tanıdım, Türk sinemasında. O ana kadar gelen çizgide yaptığı değişikle beni heyecanlandırdı.”
Sibel ÖZBUDUN: “Yaşamının büyük bir bölümünü okuyarak, araştırarak, çalışarak ve sinemanın yüzünü ağartan yapıtlar üreterek geçirmiş bir sosyalist sanatçı”
Yusuf ÇETİN: “Yılmaz’ı Yılmaz yapan emekten yana olan tavrıdır.”
Fatoş GÜNEY: “Yılmaz Güney bir sanatçıdır ve eserleriyle yaşayacaktır.”
İnci ARAL: “Entelektüel, yaşadığı toplum için sıkıntı duyan, muhalif olan ve bunu yaptıklarıyla ifade eden kişidir. Yılmaz Güney hiç kuşkusuz ki bu tanımın içine girer, bu çabayı göstermiş bir insandır. Çok başarılı bir sinemacı ve yazardır.”
Arif KESKİNER: “Müthiş bir sinema tutkunu… O, Türk sinemasını gelmiş geçmiş en önemli sinemacısıydı. Eğrisiyle, doğrusuyla delikanlıydı. Dosttu. Arkadaştı. Ruhu şad olsun”
Fikret BAŞKAYA: “Güney kendini estetik sanatsal alanda kanıtlamış değerli bir sanat adamıdır.”
Ertuğrul KÜRKÇÜ: “?Üslubu beyan, ayniyle insandır’ denir. Kitlesel tüketim ve ideolojisini yeniden üretmek için hergün okur ile izleyicileri aptal yerine koyarak konuşup yazmak zorunda olan medyanın yazarları sonunda kendileri aptallaşma riskiyle yüzyüze kalıyor. Güneyle ilgili tartışma bu riskin gerçeğe dönüşme olasılığının yüksekliğine yeni bir kanıt sadece.”
Nihat BEHRAM: “Yılmaz hakkında başlatılan kampanya alçakça ve onursuzcadır. Bir kuşağı askıya alarak saldırıyorlar.”
Atıf YILMAZ: “Ve Yılmaz Güney, bütün engellemelere, yasaklamalara rağmen arkasında toplumun çok çeşitli kesimlerini peşinden sürükleyen filmler ve unutulmayacak bir isim, bir lejand (efsane) bırakarak gitti.”
İNSAN HAKLARI DERNEĞİ: “Yılmaz Güney, saldırıya uğrayan ne ilk değerdir ne de son değer olacaktır. Düzenin pislikleri ortaya çıktıkça panikleyenlerin saldırganlaşması beklenen bir olaydır.”

http://www.kameraarkasi.org/sinema/makaleler/

TAMER UYSAL

dosteli2@gmail.com

BURSA: BEYAZ PERDEDEKİ KENT

Featured image

Gidenler nerde kaldılar, özledim gülüşlerini

Bir kenti güzelleştiren yalnız onlardı sanki

A.Telli

Evliya Çelebi 17.Yy’da İstanbul dışına yaptığı ilk seyahatinde Bursa’ya gelir. Dönemin Bursasından bahsederken Uludağ’dan akan pınarların suladığı servi, çınar ve gülistanlar şehridir der. Ancak günümüzde durum değişmektedir. Hukuk, çevre ve insan hakkı tanımaz plan, program ve kararlarla oldu-bitti politikalarla yağmalanan kentlerden biri de Bursa’dır çünkü. Orman, dağ, deniz hatta yüksek katlı binaları da hesaba katarsak havası bile yağmalanmıştır. Çıkıp Uludağ eteklerinden ovaya bakın. Bursa’daki talanın bütün izlerini görebilirsiniz.

Bursa denince de akla Uludağ gelir. Bitinyalılar döneminde kent Uludağ eteklerindeki şehir anlamına gelen Prusa Olympos (Uludağ Bursa’sı) adıyla anılırmış. Uludağ’da durum farklı mı peki? Bursa’ya 30-35 km. uzaklıkta yaklaşık 2500 metre yükseklikte otel ve kış turizmiyle ünlü bir dağ orası. Bodrum ve Çeşme’lerin manzarası TV kanallarının yaz bezemi ise Uludağ da kışların. Demek zaman ve mekân söz konusu olunca felsefe dumura uğramış; azla yetinip yoksulluğu yücelten Antisthemes, Mahavira ve A.Schopenhauer gibi filozofların kulakları çınlar mı bilinmez fakat tanrıların dağı Olimpos bile keşişler yerine artık yaşama biçimi olarak eğlenceyi tercih eden sosyeteye mekân olmuştur.

Oysa Bursa bütünüyle bir doğa, kültür ve tarih şehridir. Şehri harir (ipek şehri)’dir. Camiler, dutlar, çınarlar, hanlar, hamamlar şehridir. Türk Sanatının sevimli karakterleri Hacivat’ın ve Karagöz’ün memleketidir. “Paramparça Şiir”de Enis Batur:

Bahçeler kestane, diken ve çocuk

Topluyordu hala. Bir bakıyorduk,

Serin bir soluk taşıyordu sucular

diyordu. Şimdi ne dutluk kaldı geriye, ne kestane. Ne İpek Yolu kaldı geriye, ne ipek…

Eski Yeşilçam melodram filmlerinde Bursa bilhassa Uludağ’ı gösteren sahnelerde sık sık görünürdü. Çünkü o dönemler yılda 300-400 film çekilirdi. Aşk-ı Memnu, tek kanallı siyah-beyaz dönemin ilk dizisidir. Özel TV kanallarındaki artış sinemayı ikinci plana iterken dizi yapımcılarının ve cast (oyuncu) ajanslarının işine yaramıştır. Yılda 100-150 dizi çekilmeye başlamış ancak sadece 10-15 tane de eli yüzü düzgün film yapılmıştır.

Dizilerin 2 binlerde prototipi ise “Asmalı Konak”tı.  Ürgüp’te çekilen bu dizinin fazla ilgi görmesi aynı yıl içerisinde (2002) aynı türde Kırık Ayna, Berivan, Zerda, Hızma, Keje ve Azad gibi ağalı dizi furyasını başlatmıştı:

 

Kınalı kar, kınalı kar

Sende büyük bir ahım var

Gelinlerin güveylerin

Kavuşmaz mı yüce dağlar

 

Nar çiçeğim, masal yüzlüm

Teni gonca kömür gözlüm

Kınam karda bitecekse

Varsın alsın beni ölüm

Sabahat Akkiraz’ın seslendirdiği şarkıyla akıllarda kalan “Kınalı Kar” dizisinin çekimleri aynı dönemde Cumalıkızık’ta gerçekleşti. “Cumalıkızık”, Bursa’daki küçük bir Osmanlı köyü. Figüranlar bu vesileyle Bursalılar olmuştur zaman zaman. Kınalı Kar dizisinden sonra köyün adı daha sık duyulmaya başlamıştı. Önceden önemi bilinen köyün bu diziyle iç turizmdeki değeri iyice artmış, öyle ki Bursa’da köye sefer yapan minibüsler bile “Kınalı Kar”a gider diye yolcu taşımaya başlamıştı…

Cumalıkızık ve Trilye, zamanın durduğu tarih kokan nadir iki saklı hazinesidir Bursa’nın. Her ikisi de metropol kentin bitişiğinde yeralmasına rağmen yerleşim, doğa ve yaşam tarzı deformasyona uğramamıştır.  Bu yüzden yıllardır çalışma odamın duvarlarında asılı duran resimlerden birisi oluklu kiremit çatılı evlerin yemyeşil bitki örtüsüyle bütünleştiği Cumalıkızık köyü peyzajıdır.

Bursa tam 19 yıl kuşatma altında kalmıştı. Şehrin kuzeyden önce Mudanya alınarak denizle irtibatı kesilirken daha sonra güneydeki Atranos (Orhaneli) elegeçirilip Bursa’nın çevresindeki abluka iyice daraltılmıştı. Bursa yakınlarına kadar gelen Orhan Gazi kuşatmayı kolaylaştırmak için civarda köyler kurdurmuştur.  Osmanlıların Bursa’yı fethi sırasında lojistik destek görevi gören bu köylerden biri de Cumalıkızık’tı.

37 yıl Osmanlı Devleti’ne başkentlik yapan Bursa Osmanlı Devleti’nin dibacesiyken Mudanya Konferansı nedeniyle cumhuriyet temellerinin atıldığı Mudanya ise Türkiye Cumhuriyeti’nin muştusudur.  “Trilye” ise Mudanya’ya 10 km. uzaklıkta ufak bir kıyı kasabası. Anadolu’daki birçok benzer köyde olduğu gibi Türk-Rum kültüründen izler taşıyor: Kayaköyü, Kalkan’ı, Şirince, Adatepe ve diğerlerini anımsayın.

Karmylassos (Kayaköy) özellikle “Gece Yolculuğu” filminde. Kalamaki ya da bugünkü adıyla Kalkan belgesel filmlerde sık sık yeralmaktadır. 1920’lerdeki mübadeleden sonra Rumlar bu köyleri terkettiğinden hepsi birbirine benzer nitelikler taşır. 1987’de sit alanı ilân edilen Trilye tarihte duvarlarına ilk defa resim yapılan kiliseyi barındırır.  Trilye’ye bağlı Siye (Kumyaka) köyünde ise dünyanın en eski kiliselerinden biri bulunmaktadır.  Lakin kiliselerin hepsi de harap durumdadır.

Batık tapınakların görüntüsü

Belirsizliğin, bilgeliğin anası

Çekişmenin, barışın anası

Yaşamın yurdu

Eski Yunan söylencelerinde bir seferden bahsedilirdi. Kral tahtını üvey kardeşine kaptırmıştır. Fakat kralın oğlu büyüyor, delikanlılık çağına geliyor ve tahtını geri istiyor. Ondan sefere çıkıp altın postu geriye getirmesi isteniyor. Adı İason’dur kralın oğlunun.  Özgen Acar, Cumhuriyet’te  “Kavşak” adlı köşesinde (27.06.2008) İrlandalı yazar Tim Severin’in “İason’un Yolculuğu” adlı kitabından bahsederken efsaneye değinmiş. Rivayete göre kanatlı koç iki kardeşi sırtına alarak bir Karadeniz ülkesine kaçırmış: “Helle adlı kız çocuğunu Çanakkale boğazında düşürünce buraya Hellespont adı verilmiş. Friksos adlı erkek kardeş Kolkis’e varınca Kral Aietes’e kanatlı koçun altına dönüşen postunu hediye etmiş. Sonra kaptan İason, gemi ustası Argos’a ‘Argo (hızlı)’ adlı bir tekne yaptırarak altın postu ele geçirmek için olağandışı maceralar atlatarak Kolkis’e yelken açmış”…

Bu sefere katılanlar Mysia kıyılarına vardıklarında tahminen Mudanya limanında karaya çıkmışlar. Büyük Yunan şairi Seferis 1945-1951 yılları arasında Yunanistan ve Türkiye’de tuttuğu notlardan “Bir Şairin Günlüğü”nü yayımlamıştı. 1914’te ailesiyle Atina’ya göç eden şair çağdaş Yunan şiirinin en büyük ustalarından kabul edilir. 1900’de İzmir’in Urla ilçesinde doğan Seferis’in yaşamının ilk 14 senesi İzmir’de geçmiş. Türkiye dahil birçok ülkede diplomatik görevlerde bulunan Seferis, bu kitapta Bursa’ya yaptığı yolculukla edindiği izlenimleri de aktarıyor. 23 Nisan 1949’da Bursa’ya varmak için yola çıkan bir gemiyle tıpkı söylencedekiArganaut‘lar gibi Mudanya limanına varıyor:

Kıyıda bir çeşme, nar ağaçları

Altında bir hendek, batan güneş

Işığında narlar, kamışlar ve çocuk sesleri

Boşuna şarkılar yazılıp bestelenmemiş Mudanya Güzeli için. Mudanya sahilleri zeytin ağaçları, denizden esen poyraz rüzgarların temizlediği havası ve bol oksijeniyle herkesi büyülüyor çünkü.

TV kanalları tatilci görüntüleriyle televole ve müstehliklerin beslenme programlarından geçilmezken bilakis nüfusun nerdeyse yüzde 80’i aç ve yoksul bir memleket olduğumuz unutulmamalı.  Yörenin meşhur çupra balığının tadına bakarken bile tek aktivitesi yemek olanlara bozulan benim gibilerin balıkçının masasındaki reyhanı okşarken ister istemez bazı dostları gelir aklına… Doğaya sığınmamız bir köşeye çekilmek ve tekdüze kâşâneler yapıp eğilip bükülerek oturmak çaresizliğinden mi yoksa bizi şeyleştiren, şehirli ilişkilerden kaçarak içimizdeki üretme ve paylaşım gücümüzden mi? Doğa bunu açığa vurma cesaretini gösterir biz gibilere.

Ahmet Hamdi Tanpınar “Bursa’da Zaman” şiiri münasebetiyle Bursa’da pek yüceltilir, kimileri de edebi metinlerine sık sık alır ve yazılarını süslerler ya Bursa’ya değindiğim bu yazıda ben de alıntı yapmak isterim; Huzur adlı romanından: “Bir şairin en büyük keşfi, kendi muharririni, iç âlemine doğru kendisini götürecek olanları bulmaktır” demişti Yazar. Neden aktardım çünkü arsenik, siyanür, çöp varilleri vesaire toplumumuza reva görülen son dönemlerdeki her türlü doğal ve insan boyutlu kirlenmenin can sıkıntısıyla kentlere küserek tarihsel gelgitler içindeki doğaya arada bir sığınışımız bir anlık soluk almaya gereksinim duymamızdan olsa mı gerek.

Trilye’nin doğusunda kıyıda bir mendirek yeralıyor. Sık TV izlemesem de “Sev Kardeşim” adlı diziden burada çekilen sahneyi hatırlıyorum. Gündoğumunda Cumalıkızık, günbatımında Trilye’nin yeri bambaşkaymış. Cumalıkızık’ta adeta doğal bir kameriye sergileyen manzaranın, Trilye de ise denizle aşır neşir olduğunu görüyorsunuz. Bu yüzden Cumalıkızık’ta ormana, Trilye’de ise doğa türküsünü denize söyletiyor. Bunlara ait akla egemen his yemyeşil bir aydınlık ve zeytuni pırlantanın içimizdeki aksi olmalıdır. Ömer Bedrettin Uşaklı, Mülkiye Mektebi’ni bitirdikten sonra Mudanya’ya kaymakam muavini olarak atanmadan önce maiyet memurluğu stajını Trilye’de yapmış, “Deniz Sarhoşları” şiirini de 1926 yılında burda yazmış:

 

Köpükten omuzları birbirine dayanmış,

Yüksek, mağrur başları akşam rengiyle yanmış,

Sahile koşuyorlar bak deniz sarhoşları!…

 

Bazen yırtık yelkenli bir sandala çarparak,

Bazen ufkun kıpkızıl şarabına taparak

Gitgide coşuyorlar bak deniz sarhoşları!…

 

Rüzgârların ıslığı en yakın yoldaşları…

Yıllarca dövünerek içi yenmiş taşları

Bir anda parçalayıp doyacak bu sarhoşlar!…

 

Çılgın gönüllerinde aşkın en büyük kini,

Yosunlu kayaların o yeşil gözlerini

Deli âşıklar gibi oyacak bu sarhoşlar!…

Gezi boyunca Trilye’nin zeytinyağları boy boy şişelerde gözünüzü alır. Cumalıkızık’ta bahçelerinden taptaze toplanmış kiraz ve ahududular. Bir de her iki yerde saksılarda yöreye özgü çiçekler var. Cumalıkızık’ta bu kez görmedim pek ama Trilye’de pembe, mor ve beyaz küpe ile ortanca çiçeklerini görmüştüm.

Cumalıkızık’ta anıtsal çınarlar bulunuyor, ıhlamurlar mis gibi kokuyor. 1988 yılından bu yana Haziran aylarında en iyi ahududu meyvesi yetiştirenlere ödül verilen bir şenlik düzenleniyor. Uludağ yamaçlarındaki köyde içme suyu buz gibi. Daracık sokaklarındaki yassı taşların tam ortasından ipil ipil, insanın içini bile serinleten sular akmakta…

Anıtlar Yüksek Kurulu’nca, Cumalıkızık 1980 yılında koruma altına alınmış. 1990’da tescil işlemleri tamamlanan Koruma İmar Plânı 1993’te onaylanmış…

Dönemin Belediye Başkanı Erdem Saker: 1998’deki ortaklık protokolü ile Yıldız Teknik Üniversitesi’ne bir kentsel SİT alanı koruma amaçlı uygulama imar plânı hazırlatılıp projenin bir koordinatörlük vasıtasıyla yürütülmesine karar verilmiş. Bursa Belediyesi’ne bağlı Yerel Gündem 21 şubesi ve Bursa’daki yerel bir UNESCO girişimleriyle plân uyarınca ilk önce birkaç ev satın alınıp onarılmaya başlanmış. Evler şimdi rengarenk, sarı, beyaz ve mavi tonlarda boyanmış.

Köyde kooperatif kurulmuş, kadınlar ve gençlere kurslar açılmış. Satış yeri, lokanta ve kafeterya gibi turistik üniteler açılıp ekotarım ile ekoturizm uygulamasına geçilmiş. Cumalıkızık’ın otantik dokusunu bozmayan, eskiyle yeni değerleri kaynaştırmayı hedefleyen örnek konsept (proje) uygulanmaya başlamış. Belediyenin bu PR çalışması (halkla ilişkiler) sayesinde Cumalıkızık olumsuz tesirlerden biraz kurtulmuş. Amaç köyden göçü önleyerek doğal doku içinde kalkınma gerçekleştirmekmiş zaten.

Bugün Cumalıkızık  Dünya Miras Listesine aday doğal ve kültürel varlıklarımızdan biri. Osmanlı dönemi kırsal yaşamını yansıtan müzemsi görünümü nedeniyle yapım şirketleri arada uğruyor buraya. Kınalı Kar dizisinde kullanılan konak Cumalıkızık’ta en gözalıcı olan. Velakin yörenin gözlemesi de meşhur olmuş. Restoran olarak kullanılan konakta dekorun tadına varmak için bende içeriye girip köy mantısı yemiştim.

Bursa’nın 10 km doğusunda yer alan Cumalıkızık köyüne Bursa–Ankara karayolundan Uludağ eteklerine doğru sapan 3 kilometrelik yol sonunda ulaşılıyor. Yol üstünde pek fazla boşluk yok. Bursa merkez sınırları içinde kalan köyü daha iyi hizmet alsın diye 1987’de mahalleye çevirmişler. Bursa genişledikçe köy çevresi de peyderpey mahalleye dönüşmüş. Köy arazisi azalmış, kestane ağaçları zamanla kurumuş. Bazı eski yapılar yıkılmayla yüz yüze şimdi, korunması biraz lafta kalmış.

Süleyman Demirel’in sık sık söylediği “Tarımda, dünyanın kendi kendisine yeten 7 ülkesinden birisiyiz” lafı vardı. Avutmaydı tabi bu laf. Can Barslan Fasulye filmiyle ilgili kaleme aldığı bir makalesinde “Demirel, 7 ülkeden biriyiz diyor ama asla diğer 6 ülkeyi söylemiyordu” diyordu. Cumalıkızık’taki proje başarılı olsa başka yöreler için örnek oluşturucaktır. Hakeza Trilye de şimdiki güzel görüntüsüyle masuniyetinden pek taviz vermemiş görülüyor. Eski yapılar (Taş Mektep gibi) onarılmaz, satılığa çıkartılan zeytinlikler sonunda muhtekir ve muhteris, tamahkâr ve tahripkâr alıcılara kucak açmazsa bugünkü güzelliğini yitirmez…

Trilye’de şimdiye kadar Cahide (1989), Kurtuluş (1996), Cumhuriyet (1998), Kınalı Kar (2002), Şapkadan Babam Çıktı (2003), Melekler Adası (2004), Kezban Yenge (2005) ile Sev Kardeşim (2006) dizilerini filme çekmişler. Cumalıkızık’ta da Kuruluş/Osmancık (1987), Yeniden Doğmak (1987), Ateşten Günler (1987) ve Yeşeren Düşler (2006) adlı TV dizilerinin yanı sıra arabesk şarkıcısı F.Tayfur’un “Çeşme” adlı şarkısının klibi vs. ile Fasulye (1999) ile Dar Alanda Kısa Paslaşmalar (2000) filmi çekilmiş…

İyi bir kitap okursun…

İyi bir filme gidersin…

Bir an her şey mümkün görünür,

Umutlanırsın…

demiş “Sinemadan Çıkanlara Öyküler” adlı kitabında L.Gülden Treske. Cumalıkızık ve Trilye… İkisi de adeta sete dönüştü. Şimdi bu sayedeki tanıtımların semerelerini topluyorlar. Belki bir gün o diziler de yeniden derlenip toparlanır ve sinema filmi olarak tarihte yer alır. Güzel Cumalıkızık’la, Trilye’den beyaz perdeye iz kalır. Zira çıkartılmak istenen SİT alanları ve ormanlık arazilere yapı izni veren yasa uygulansa bütün bu güzelliklerden geriye eser kalmayacaktır…

Sinema Osmanlı Devleti’ne Paris’te 22 Aralık 1895’teki ilk gösterimden bir yıl sonra girmiş, halka açık ilk film gösterileri Beyoğlu’nda yapılmıştı. İlk sinema salonu 1908’de İstanbul’da açılmıştı. Anadolu’daki ilk sinema salonu 1909’da önce İzmir daha sonra Ankara ve Bursa’da açılır. 1930’larda yazlık ve kışlık sinemaların sayısı hızla artarken yazlık sinemalar döneminde Bursa’daki sinema sayısının 300’ü bulduğu söylenir ve Bursa’daki sinemaların özellikle Setbaşı’nda toplandığı görülür.

1986’da Bursa’da da 12’si kapalı 4’ü yazlık olmak üzere sadece 16 sinema salonu bulunduğu belirtilmektedir (Nilgün Abisel, Türk Sineması Üzerine Yazılar). 1990’da özel TV kanallarının devreye girerek sinema filmlerini arda arda göstermesiyle sinema salonlarına ilgi azalmaya başlar. Günümüzde uzun tahta sıralarda çekirdekle gazoz eşliğinde mahallecek seyredilen film dolu günler artık çok gerilerde kaldı. Eski sinema salonlarının yerini az sayıda da olsa modern teknolojiyle donatılmış anfi veya cep sinemaları aldı. Açıkhava sinemaları ise yaz ayları boyunca düzenlenen etkinliklerde yaşatılan bir “nostalji” olarak kalmıştır…

Yoğun göç ve nüfus artışı, plansız sanayii ile çarpık kentleşme, trafik (ulaşım) ve çevre kirliliği vb. etkenlerin yarattığı yorucu bir tempoda kent insanı ancak sinema gibi kültürel etkinliklerle yeni bir soluk alabilir. Bursa, sinemadaki sanat yönü ve seyirci ilgisi bakımından potansiyele sahip bir kenttir. Bursa zaman zaman önemli şenlik, sinema günlerine vs. evsahipliği yapıyor çünkü. Bursa’da ilk kez 1967’de sinemayla ilgili olarak “Bursa Sinema Derneği” adı altında Ömer Tuncer isimli kişi bir etkinlikte bulunmuş Setbaşı’nda Mahfel yanındaki “Saray Sineması”nda 32 tane film göstermişti. Bu alanda ilk ciddi adımın ÇASOD (Çağdaş Sinema Oyuncuları) ve Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin işbirliği ile “Bursa Ulusal Sinema Şenliği” adıyla 2000’de atıldığı görülmüş ve şenlik kapsamında ulusal ve uluslar arası çapta sinemacılar kente konuk olmuştur. 2007 yılındaki bir organizasyon ise Bursa’da bir ilktir. Bu kısa film etkinliğinde de Bursa’da çekilen, Bursalı yönetmenlerin yaptığı ya da katkı sağladığı filmlerin gösterimi gerçekleştirilmiş ve Tan Tolga Demirci’nin 2004 yılında Altın Portakal ile ödüllendirilen Alfabetik Düşler” filmi de gösterilmişti.

Geçen yıl Güzel Sanatlar Akademisi’ni Mudanya’ya kazandıran Üniversite’nin en küçük kentlerde bile bulunan İletişim Fakültelerinden birisini de Bursa’ya açtırarak kenti sinemayla buluşturan etkinliklere öncülük yapması beklenmektedir şimdi…

Sinemanın serüveni aslında insanlık tarihi kadar eskidir. İnsan dili kullanmadan önce meramını anlatmak için taşı oyarak şekiller çizmişti, sonra müziğe başvurmuştu. Resim ve heykelin ardından da yazıyı kullanmıştır. Tüm sanatların bileşimidir sinema. Bir film ancak emekçileriyle bütündür ve oyuncuları, teknik ekibi de ilave edersek, büyük bir dayanışma ürünü olduğu görülür çünkü. “Göl” filmini hatırlayın. Üç önemli ismi biraraya getirmişti: Ömer Kavur yönetmeni filmin. Selim İleri senaristi, Atilla Özdemiroğlu müziklerini yapmıştı. 3’ü de ülkemizin sanat alanında yetkin ve saygın isimlerindendir.

Edebiyatla süren iletişim ve sanat serüveninde sinemanın ortaya çıkışı 19.Yy’ı buldu. İlk kez Bir İtalyan yazar Ricciotto Canudayedinci sanat olarak adlandırmıştır sinemayı. Dünya sineması geçen Yy’ın başında ortaya çıkarak bazı bağımsız akımların katkısıyla gelişim sürdürürken Türkiye sineması ise kendine özgü sinema dilini yakalayamamıştı. Kuşkusuz bu durum ülkenin içinde bulunduğu toplumsal koşulların özellikle politik sansürün eseridir. Doğumundan günümüze sinemamız yasakçı bir kültürün ve Amerikan popülerliğinin şematizmiyle ürün vermektedir. Sadece bir kaç yerli yaratıcı ismiyle anılırken Yeşilçam ve Hollywoodcu TV kanallarının anlayış kalıpları belirlemiştir sinemamızın yazgısını…

Bursa bu imkânlardaki Türkiye sinemasına Ahmet Sert, Ertem Göreç, Orhan Aksoy ve Mahinur Ergun gibi yönetmenler kazandırmıştır.

Bursa doğumlu olup sinema filmlerinde rol alan oyunculardan bazıları şunlardır: Halil Ergün, Hüseyin Kutman, Erdal Özyağcılar, Semra Özdamar, Tarık Tarcan, Hande Ataizi, Ceyda Düvenci, Vildan Atasever, Murat Akkoyunlu, Olgun Şimşek, Demet Şener, Ali Uyandıran, Erkan Can, Şerif Sezer. Konusunun Bursa’da geçtiğini ya da Bursa’da çekildiğini bildiğim filmler ise şunlardı: Yol (1981), Gün Doğmadan (1986), Sarı Mercedes (1987), Harem Suare (1999), Fasulye (1999), Dar Alanda Kısa Paslaşmalar (2000), İçerideki (2002), Hacivat, Karagöz Neden Öldürüldü?(2005), İki Koca Adam ve Bir Küçük Bebek (2007).

Yol, Ankara Sinema Derneği’nin yaptığı anket sonucu belirlenen En İyi 10 Türk filminden biridir.  Senaryosu Yılmaz Güney tarafından yazılmıştır. Yılmaz Güney devrimci kişiliği, yaşamı, sanatı ve dünya görüşü itibariyle Türkiye’de çok sevilen ve tartışmasız sinemamızın yetiştirdiği en büyük ustalardan birisidir. Son hapisliğinde Mudanya açıklarındeki İmralı Adası yarı açık cezaevinde kalmış ve buradan 1981’de yurt dışına kaçtığı Isparta’daki cezaevine nakledilmiştir.  İmralı’da tutukluğu sürerken başladığı “Yol” filminin senaryosunu Isparta Cezaevinde tamamlamıştır. İmralı Cezaevi’ndeki gözlemlerini de katarak “Ben bazı yakın arkadaşlarım aracılığıyla, hüznü, sevgi ve kederi anlatmaya çalıştım; her ne kadar bazıları tarafından anlaşılmaz ve inanılmaz bulunsa da” sözleriyle ifade ettiği gibi 12 Eylül cuntasının ve sıkıyönetimin en karanlık günlerinde cezaevindeki beş mahkûmun Türkiye’nin değişik yerlerine yaptığı yolculukları aktarır: “Yol, yarı açık cezaevinden bir haftalığına izne çıkmış beşmahkûmun yol hikâyesidir. Önce otobüs ve trenle süren yolculuk boyunca, ayrı ayrı beş mahkûmun hayat hikâyeleri ve yaşantılarından kesitler aracılığıyla, alabildiğine geniş ve ayrıntılı bir Türkiye panoraması çizer. Yoksul ve ezilmiş insanlar, feodal yapı, feodal düşünce ve koşullar altında yaşamaktadırlar. Mahkûmlardan Mevlüt, Yusuf, Seyit Ali, Mehmet ve Ömer’in “yitik yaşamları”na tanıklık eder. Dolayısıyla konusu mahkûmlar aracılığıyla anlatılan hikâyenin sunduğu panorama, asıl olarak, ülkenin ‘içerisi ve dışarısıyla 45 milyonluk bir hapishane’ olduğu gerçeğinin altını çizer” (kapak yazısı).

Agah Özgüç’ün deyişiyle Türk sinema tarihinde baştan sona bir romana konu olabilecek kadar hareketli bir serüveni olan bir filmdir“Yol”.  Yılmaz Güney, Erden Kıral’ın Ayvalık Cunda Adası’nda başladığı ilk çekimleri iptal etmişti. Film daha sonra yine “Endişe’de kendisine asistanlık yaptığı sırada tutuklanması üzerine filmini tamamlayan Şerif Gören’e teklif edilir. Filmin negatifleri yurtdışına kaçırılarak Yılmaz Güney’in de başında bulunduğu bir ekip tarafından kurgulanır. 1982’de 35. Cannes Film Festivali’ne katılarak Costa Gavras’ın “Missing (Kayıp)” filmiyle beraber Altın Palmiye’yi kazanır.  Yol, o sıralarda ABD’de de bile en çok izlenen yabancı filmler arasına girmesine rağmen Türkiye’de gösterilmesi yasaklanır.

Filmin çekimleri İstanbul, Bursa, İzmir, Konya, Eskişehir, Mersin, Adana, Bingöl, Gaziantep, Urfa, Diyarbakır ve Ankara’da yapılmıştır.  Filmin başrol oyuncularından Tarık Akan “Bana kalırsa, Yol filmi, dünyada en zor şartlar altında çekilmiş filmlerden biri” diyerek filmin Bursa’daki çekim macerasını şöyle anlatır: “Hızla filme başladık. İstanbul’da hapishane sahnelerini bitirdik. Artık Anadolu’ya hareket edecektik; ilk durak Bursa. Elimizde Bursa Sıkıyönetim Komutanlığı’nın film çekme izni vardı. Buna karşın çekim yapmamıza izin vermediler. Tüm kapıları çaldık, ilgili ilgisiz herkese derdimizi anlattık, iznimizi gösterdik, olmadı. Bu arada bir de gözdağı verdiler; çekim yaparsak başımızın derde gireceğini söylediler. Bursa il sınırlarını terk etmemiz emredildi. Üç minibüsle Bursa’dan ayrıldık.  Minibüslerden birinin camlarını kamuflaj yapıp, çekimi olan oyuncular ve kamerayla tekrar Bursa’ya girdik. Aracı uygun bir yere park ettik. Kamera minibüsün içinde kaldı; çekimler kapalı perdenin aralığından yapıldı. Dört-beş saatte gerekli sahneleri çekip işimizi bitirdik ve Bursa’dan kaçtık”…

Filmde Tarık Akan’ın yanısıra Bursalı oyuncular Halil Ergün ve Şerif Sezer de yeralmıştır. Ancak 17 yıl sonra ülkesinde gösterime girebilen Yol filminin o yıllardaki koşullar nedeniyle pek başarılı olmayan seslendirmesi yeniden yapılmış bu defa Seyit Ali rolündeki Tarık Akan’ı, “Erdal Özyağcılar” seslendirmiştir…

1981’de çekilen “Yol” filminde önce Erden Kıral yönetmenlik yapmıştır. Ancak Yılmaz Güney’in oyuncu sayısını sınırlı tutmak istemesi üzerine film Şerif Gören’e teklif edilerek tamamlanmıştı. Erden Kıral yıllar sonra Yılmaz Güney’in Bursa Cezaevi’nden Isparta’ya nakli sırasında yaşadığı iki günü beyaz perdeye “Yolda” filmiyle aktarmıştır. Senaryosunu da Erden Kıral’ın yazdığı Yolda (2005), Yılmaz Güney ekseninde bir dönemin gizli tanıklarını perdeye taşıyor ve Halil Ergün Yılmaz Güney’i canlandırıyordu…

İsmail Güneş, 1999’da Cüneyt Arkın’lı “Gülün Bittiği Yerde” filmiyle 12 Eylül ve işkence konusunu işlemişti. Bu filmden sonra 2005’te “The İmam” adlı filmi çekmiş ve bu yüzden eleştirilmişti. Güneş bu defa dinsel hoşgörü mesajı iletiyordu. Ancak “The İmam” sinemasal açıdan kusurlu olduğu kadar TV’deki dizilerden fırlamış aynı oyuncular, benzer tonlar taşıyan zorlama diyaloglarla sıradan bir film görüntüsü veriyor, özellikle mütedeyyin kanallarda sıkça başvurulan ve kaderci bir yaklaşımla ele alınmış “sır kapısı”,  “gönül gözü” gibi benzeri yapımları tekrarlamaktan ileri gidemiyordu.

“Gündoğmadan” yönetmenin 35 mm’lik ilk uzun metrajlı filmi. 2004’te kendisiyle yapılan bir söyleşide “Gün Doğmadan filminde kaderi anlattım. İnsanın yazılı kaderinden kaçamayacağını anlattım.” diyordu.  Bir akrabasının cenazesini memleketine götürmek için yola çıkan bir karı kocanın hayatı bu seyahat sırasında altüst olur. Polisten kaçan bir çete tarafından yolda rehin alınan genç çift çaresizlik içinde kurtuluş yolları aramaya başlar…

Sunay Akın 9 Ekim 2005 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yazdığı “Denizi göreceksin sakın şaşırma!” başlıklı yazıda “Yıkıntı Mustafa’nın dünyası ‘Gündoğmadan’ adlı filmde görünür. 1986 yılında çekilen bu filmde, küçük bir rol de Yıkıntı Mustafa’ya verilir ölümünden önce” diyordu.  Bursa’nın meşhur simalarından Yıkıntı Mustafa’yı şair Sunay Akın’ın kaleminden aktarayım: “Gemlik’te yaşayan ve şoförlük yapan ‘Yıkıntı Mustafa’ biriktirdiği yüzlerce şişeyi kamyonun arkasına yükleyerek, 1974 yılında, karısı ve çocuğuyla Karsak Boğazı’na gelir. Gemlik’e beş kilometre uzaklıktaki bu yerde, derenin kıyısına şişelerden lokanta ve ev konduran Yıkıntı Mustafa, ilkokul mezunu olmasına rağmen yaptığı çarklarla da sudan elektrik elde eder. Zamanla bir de cami yapar derenin kıyısına. Tabii yine şişelerden!”… İsmail Güneş filmini “Biz ilk defa Türk Sinemasında bir şeyi daha yaptık. Hiç görülmedi, incelenmedi. Cünüplüğün acısını çeken bir adamın hikâyesi de vardı içinde. Gece hamamcı olmuş, yıkanamamış, gusül abdesti alamamış. Vuruluyor, ölüm acısını değil, o şekilde öleceğinin acısını çekiyor, ‘beni yıkayın’ diye yalvarıyor” sözleriyle özetliyordu.

Filmlerini din konularında seçen yönetmenler yaptıklarına artık “Beyaz Sinema” adını veriyorlar. Eskiden milli sinema denirdi. İsmail Güneş işte bu çizgide bir yönetmen olarak kabul ediyor kendini…

Gemlik, Bursa’nın 30 km. kuzey batısında, Marmara Denizi kıyısında kendi adıyla anılan körfezdeki ilçesidir. Bursa’nın diğer ilçelerine nazaran Gemlik’i daha fazla sevmişimdir. Sanırım körfezde denizle iç içe olduğundan bana da tabiatla içli dışlı olma duygusu veriyor. Son gidişimde de bu duyguyu yeniden tadmak istedim.

Celal Yalınız (nâm-ı diğer Sakallı Celal)’ın dediği gibi, kimimizin yüzü hep batıya dönmüş, kimimiz neden sürekli doğuya gitme uğraşı verir anlayabilmiş değilimdir.  Niye korkuturlar ki bizi birbirimizden. Mahalle baskısı dedikleri ne menem şey bu olsa gerek. Gemlik’te hangi akla hizmetse bir nevi harem selâmlık uygulaması çarpmıştı gözüme. Sahildeki en müstesna çay bahçesinde bile “aileye mahsustur” tarzı yaklaşımla karşılaşıyorsunuz. Oysa sadece denize daha yakın durmak şöylebir çaylarınızı yudumlayıp gazetenize gözatmak isteyemez misiniz? …

Eğer kendimiz gibi olamayacaksak herşeyi örneğin Maalouf’un tarih bilgesi, çok dil konuşan karakterlerinden birisi gibi mi okumak gerekiyor.  Bakın içimizden birisi, Adalet Ağaoğlu Öksüz Bayram’ın birkaç saatlik yolculuğunda ne güzel anlatıyor Gemlik’i: “Yolun solunda bir su akıyor. Karsak Suyu. Güzel, köpürerek akan bir su. Az sonra hemen sağına geçiyor. Basamaklardan atlaya zıplaya, taşa kabara akıyor. Bayram, özlemle bakıyor suya. Ona ulaşabileceği bir fırsat kolluyor. Ama daha göz açıp kapayıncaya dek suyun yoldan iyice uzak düştüğünü anlıyor… Gemlik Körfezi, hemen ayaklarının altında. Tuğla fırınlarını, konserve fabrikalarını, yazlık blok konutları, Deniz Kuvvetleri dinlenme yerlerini, tersanesini ve daha bir-iki öteberisini kendine çerçeve etmiş. Çok eski bir yağlıboyanın vernikli dişbudakla çerçevelenmesi. Kimyevi gübre kokusunun kaplıca kokusuna karışması. Bir zeytinliğin uzakta bir zırhlıyla tokalaşması. Bir boru fabrikasının bir reçel fabrikasına dil çıkarması. Bir tepenin bir ovayla kavgaya tutuşması. Bir kavaklığın, üstüne yama vurulan asfalta üzülerek bakması. Yine de uzağında kalması. Bir martının bir yakıt tankeri üzerinde kanat çırpması. Ve güneşin, bütün bunları kuşatıp aynı kaba tıkması”…

“Sarı Mercedes” filmi Adalet Ağaoğlu’nun “Fikrimin İnce Gülü” adlı romanından uyarlanmıştı. Balkız adını verdiği arabasıyla Almanya’dan yola çıkan gurbetçi Bayram’ın Kapıkule’den başlayıp akşam gün batarken ulaştığı Ballıhisar adındaki köyünde hazin bir şekilde son bulan bir günlük yolculuk öyküsünü anlatır: “Almanya’ya çalışmaya gidip, para biriktirerek bir araba almayı düşleyen bir adam, bu uğurda en yakın arkadaşına kazık atar, sevdiğini pervasızca geride bırakır. Sonunda emellerine kavuşur. Almanya’dan Türkiye’ye dönüş yolu boyunca kendi kendisiyle hesaplaşır. Ancak birçok güzelliği çiğneyerek sahip olduğu sarı mercedes’i ona yar olmaz ve memleketine gittiğinde bir kaza yapar” (kapak yazısı).

“Fikrimin ince gülü / Kalbimin şen bülbülü

Fikrimin ince gülü / Kalbimin şen bülbülü
O gün ki gördüm seni / Yaktın ah yaktın beni…

Bayram, önce içinden, sonra usuldan, sıra ‘O gün ki gördüm seni’ye gelince de, bütün sesini koyvererek şarkıya katılıyor. Özel deri geçirilmiş direksiyon, ellerinin altında seviliyor. Bayram, direksiyonu sağa büküyor, okşayarak. Sola büküyor okşayarak. Ağzında şarkı, önde parıldayan yıldıza, derken, güzel bir eğimle ön camın dibine doğru uzanıp gelen motor kapağının süzülmüş balrengine bakıyor…” (Fikrimin İnce Gülü, 18.baskı, s.38).

Adalet Ağaoğlu yaşamı, yazarlığı, politik görüşleri ve tavırları sebebiyle basında adı sık sık duyulan edebiyatın önemli ustalarından. Kitapları yasaklanan, yargılanan, sürekli tartışılan ismi. Fikrimin İnce Gülü romanı 1976 yılında kaleme alınmış 1981’de 4. baskısında toplatılmıştı. Dış göç olayını ele alan ilk filmi “Otobüs”te sansüre takılan ancak Danıştay kararıyla gösterim izni alan Tunç Okan, romandan senaryolaştırılarak yapılan bu filminde yazarının sözleriyle “otoriter kurumlara karşı tavrı budanmış ve içeriği boşaltılmış” olarak çektiği için eleştiriliyordu.

1994’te yayınlanan “Sinemada Yedinci Adam” adlı kitapta Dr.Oğuz Makal “Göç” olgusunun sinemadaki yansımalarını çevrilen filmlerin çözümlemeleriyle beraber elealmıştı. Dış göç konusunun da Türk edebiyatında bir “düzen sorunu” olarak ele alındığını vurgulayan Makal, Sarı Mercedes’le ilgili olarak “Adalet Ağaoğlu’nun değişmeyi ve değişememeyi anlattığı roman, uzun bir yapım sürecinden sonra Tunç Okan tarafından ortaya çıkartıldı” demektedir. 1960’larda başlayan yoğun dış göç bir devlet politikası olarak benimsenmişti. “Bitmeyen Göç”te ünlü ‘Gastarbeiter’ konuk işçi kavramı bu dönem oluşuyor diyordu Nermin Abadan Unat (İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2002) “Almanya’da yabancı Türkiye’de Alamancı” sayılan, sınıfının ve konumunun bilincinde olmayan arabasını herkesten çok seven sadece Almanyalı işçi Bayram değildi tabii, yıllar önce yapılan bir araştırma da Mercedes otomobillere Almanlardan çok Türklerin sahip olduğunu göstermemiş miydi?…

İlyas Salman’ın rol aldığı “Sarı Mercedes” filmindeki yol sahnelerinden birinde üstünde Bursa yazan bir trafik bir levhası dikkat çekmektedir. Tunç Okan’ın Adalet Ağaoğlu’nun “Fikrimin İnce Gülü” adlı romanından uyarlama filmin (1987) bazı sahneleri Bursa-İnegöl civarında çekilmiştir. İnegöl’de en göze çarpan yapı grubu İshak Paşa Külliyesi ve çevresi. Külliye 1482’de inşa edilmiş. Camii, medrese ve türbeden oluşmakta. İnegöl’ün tam merkezindeki çarşının içinde yer alıyor. Burada yemiş meşhur İnegöl köfteyi Öksüz Bayram.  Son gidişimde benim İnegöl’deki köftecilerin çokluğu kadar pastacıların da varlığı da dikkatimi çekmişti.

Araba Sevdası romanında geçen arabanın renginin de sarı olması enteresan. Araba Sevdası Osmanlı Devleti’nde Tanzimat döneminde yanlış batılılaşmanın etkisini aktaran bir romandır. Recaizade M.Ekrem’in yazdığı roman ilk realist roman kabul edilir.Daha sonra çekilen Aydan Şener’in de rol aldığı TV dizisinin, Fikrimin İnce Gülü romanıyla isim benzerliği dışında hiç bir alakası yoktur…

Antalya Film Festivali bu yıl Ferzan Özpetek’in son filmi “Mükemmel Bir Gün”le başlıyor. 2005’te uluslararası nitelik kazanan festivalin daha önce jüri başkanlığını da yapan Ferzan Özpetek  şimdiye kadar sırasıyla Hamam (1997), Harem Suare (1999),Cahil Periler (2000), Karşı Pencere (2002), Kutsal Yürek  (2005) ve Bir Ömür Yetmez (2007) adlı filmlere imza atmıştı. Bol ödüllü “Cahil Periler” filminde İtalya’da Nazım Hikmet’le ilgili oluşturduğu gündemle dikkat çeken yurt dışındaki temsilcimiz, hakkında “Daha çok, bireylerin kimlik bunalımlarına, onların duyguları üzerinden yaklaşıyorum” dediği başarılı bir işkadınının herşeyi bir kenara iterek yoksul insanlarla dayanışmasını anlattığı “Kutsak Yürek” filminde de yankı yaratmayı başarmıştır.

Bursa’da çekilen Haluk Bilginer’li filmlerden bir tanesidir ayrıca Harem Suare. Sultan rolünde oynayan Bilginer dışında ilk filminde Bursalı oyuncuları buluşturan Ferzan Özpetek Harem Suare’de “Şerif Sezer”e de rol vermiştir. Sarı Mercedes’te gümrük memuresi rolünde oynayan ve filmlerinin vazgeçilmez oyuncusu olan Serra Yılmaz ise Harem Suare’de harem kalfası Gülfidan rolünde yeralmıştır.

Saray, Harem ve Hamam… Her üçü de kimine göre bir muamma kimine göre bir tabu kimine göre mahrumiyet kimine göre ise mahremiyet bölgesiydi. Filmdeki replikte geçtiği gibi burada içerde (haremde) kalfa Gülfidan’a göre önemli olan üç şey vardı: Aşk, iktidar ve korku.

Harem denince aklıma “Erzurum Yolculuğu” gelir. Ataol Behramoğlu’nun Puşkin’den çevirdiği kitaptaki harem şöyleydi: “Ben bu sırada çevreme bakınırken tam kapının üstünde yuvarlak bir pencerecik; pencerecikte de meraklı, kara gözleriyle fıldır fıldır bakan beş altı tane yuvarlak başçık gördüm. Buluşumu tam Bay A.’ya söylemek üzereydim ki, başlar kımıldadı, gözler kırpıldı, birkaç parmakçık susmam için gözdağı verdi bana. Boyun eğdim ve buluşumu kimseyle paylaşmadım. Hepsi de hoş yüzlerdi; fakat hiçbiri güzel değildi”…

Bu satırlar Aleksandr Puşkin gibi gerçekçi ve insancıl büyük bir Rus yazar tarafından kaleme alınmıştır ancak bilhassa temel bir öğesi olarak 17.Yy’daki birtakım Batı’lı oryantalist yazarlara ait harem hakkındaki görüşler ise kimilerine göre çoğu zaman fantazya-romantizm karışımı birçok ön bakışı sergilemekteydi. Çünkü oryantalizm (Doğuculuk) itaat, atalet, güçsüzlük, kadına şiddet gibi birtakım unsurlar içermektedir…

15.Yy’da Fatih’in yaptırdığı Topkapı Sarayı yüksek duvarlarla çevrili müstahkem bir kale görünümünde idi. 360’dan fazla odasıyla Harem bölümü ise 16.Yy’da eklenmişti. Amerika’da ilgiyle karşılanan “Üçüncü Kadın”, “Harem: Peçeli Dünya” ve “Gözyaşı Sarayı” gibi kitapların yazarı Alev Lytle Croutier’in haremdeki cariyeler hakkındaki şu sözleri dikkat çekicidir: “Bir kere çok güzeller, çünkü seçilmiş kadınlar. Aynı zamanda hepsi esir. Saraya girdiklerinde eğitim almaya başlıyorlar. Herkes yeteneğine göre yönlendiriliyor. Çok güzel olanlar ayrılıyor. Sesi güzel olanlar şarkıcı, iyi nakış işleyenler nakışçı oluyor. Sonra kadınlar devri başlıyor. Esir olan kadınlar, bu esaret altında bile güç kazanıyorlar ve ülkeyi yönetmeye başlıyorlar…” (Tempo, 2004, Sayı 29/866, s.75). Kimi yazarlar ise “Bunların hiçbir suretle gerçekle ilgisi yoktur. Çünkü bu cariyelerin çoğu hizmetçidir.  Hatta daha ileri giderek bu cariyeler arasında dilsizler, maskaralar, zenciler, cüceler de vardır. Bunların arasında yaşlı kadınların olduğu da görülmektedir” diyerek farklı yönden yaklaşmaktadır (Muammer Gökçin, Zaman) .

Ferzan Özpetek batıyla oryantilizmi bir araya getiren filmlerin yönetmeni. Ferzan Özpetek’in başarısını İtalyan Sineması’ndaki tıkanıklığa bağlayanlar olduğu gibi Batı’nın oryantalist bakışını beslemesinden dolayı olduğunu söyleyenler de bulunmaktadır. Özpetek, ilk üç filmindeki başarıdan sonra İtalya’da sinemaya yön veren üç yönetmenden biri olarak nitelendirilmişti. Türk-İtalyan-Fransız ortak yapımı “Harem Suare” Osmanlı Sarayında bir cariye ile onu padişahın bir gözdesi haline getirmeye uğraşan harem ağası arasındaki bir aşkın (tabii suç ortaklığının da) öyküsü olduğu kadar Osmanlı Haremi’nin kapanmaya yüz tuttuğu son günlerinde haremdeki cariyelerin trajedisini insalcıl ve romantik açıdan yaklaşarak yansıtıyor. Hamam filminde “hamam” motifiyle oryantalist bir yaklaşım sergileyen Ferzan Özpetek “harem” motifini de Harem Suare’de kullanarak Osmanlı saray yaşamından bir kesiti verdiği Harem Suare’nin jeneriğinde “Bu filmdeki olaylar hayal ürünüdür” demeyi de ihmal etmiyor…

Hamam Roma ve Bizans kültüründe önemli bir yer tutmaktaydı. Osmanlılar zamanında gelişen hamam kültürü de Bursa alındıktan sonra şehre hamamlar inşa edilmesiyle sürmüştür. Bursa bölgesinin tarihi Kalkolitik (M.Ö. 5000-3500) döneme kadar uzanmaktadır. Bursa ile ilgili ilk kesin bilgiler M.Ö.700’lere dayalıdır. Bu yüzyılda İskit saldırılarından kaçan Bithinyalılar, Bursa’ya yerleşip kısa sürede sınırlarını genişletmişlerdi. Şehri kuran kişi Bitinya Kralı Prusias’tır. Yapımına Bitinyalılar döneminde başlanan Bursa Kalesi’nin 3.5 km uzunluğundaki surlarından günümüze ulaşan devede kulaktır…

Bilge Umar’a göre Prusias’a bir hisar kentinde babasının başkenti Nikomedia yani İzmit’te doğduğu için hisar kentinin insanı, hisar kentli anlamında Pusassuwas gibi bir ad verilmiş ve o isim Helen ağzında Prusias’a çevrilmişti, Prusias da kendi kurduğu kente adını anımsatsın diye Prussa adını vermişti (Rana Aslanoğlu, Kent Kimlik ve Küreselleşme). Roma egemenliği ise Bursa’da Bitinya Kralı 4.Nikomedes’in M.Ö. 74’de ülkesini Roma İmparatorluğu’na bağışlamasıyla başlar. Böylece Roma Devletinin bir eyaleti olan Bursa kaplıcalarından dolayı Roma döneminden beri kullanılan bir sağlık merkezi olarak da anılacaktır. Kaplıcalarıyla ünlü şehirde Romalılardan sonra Bizanslılar da kaplıcalar yaptırır. Bursa’ya 525 yılında Jüstinyanus zamanında 4 bin kişilik ordusuyla Bizans kraliçesi Teodora’nın da gelerek kaldığı ve eğlenceler (hamam sefaları) düzenlediği söylenir. Çekirge semti bugün bir kaplıca merkezi gibidir. Harem Suare filminde görünen hamam sahneleri burada çekilmiştir…

Hamam filmi ABD’nde bir yıl boyunca kesintisiz olarak gösterimde kalmıştı. Filmde Halil Ergün ve Şerif Sezer de rol almıştı. Bursa’nın yetiştirdiği en önemli sanatçılardan birisi olan “Halil Ergün” İznik ilçesinin Müşküle Köyü‘nde doğmuştur. Adana’da düzenlenen 15. Altın Koza Uluslararası Film Festivali’nde “Yaşam Boyu Onur Ödülü”nü Türk sinemasının diğer ustalarından Halit Refiğ ve Selda Alkor’la birlikte almaya hak kazanan Ergün, Yolda, Mum Kokulu Kadınlar, Yolcu, Mavi Sürgün, 72. Koğuş, Katırcılar,Sis, Kırlangıç Fırtınası, Kırık Bir Aşk Hikâyesi, İzin gibi pek çok filmde de adından sözettirmeyi başarır. 1987 yılında Erdoğan Tokatlı tarafından çekilen “72.Koğuş” adlı Orhan Kemal’in 1953’te yazdığı öyküden uyarlanan filmde Orhan Kemal rolünü oynar. Orhan Kemal’in cezaevindeki gözlemlerine dayanan öykü Nâzım Hikmet’le beraber kaldığı Bursa Hapishanesinin bir yoksul koğuşundaki mahkûmların yaşamını anlatıyordu. Nâzım Hikmet‘in Bursa Hapishanesi’nde 1941’den sonra kaldığı dönemi aktaran2007 yapımı “Mavi Gözlü Dev” filminde ise odası Nâzım Hikmet’in 1944’te Bursa Hapisanesi’nde yaptığı bir resimden esinlenerekBeykoz‘da kurulan bir cezaevi setinde gerçekleştirilebilmiştir.

Kemal Tahir’in “Yorgun Savaşçı” adlı romanının önemli bir bölümü de Bursa’yla ilgilidir.   12 Eylül’den önce çekilip 1980 yılında önce yasaklanıp sonra yakılan roman Halit Refiğ tarafından TRT’ye dizi olarak çekilmiştir. Kurtuluş Savaşı’nın az öncesi ve az sonrasını anlatan ve İstanbul, Bandırma, Akhisar, Manisa’ya yakın bir köy ile Bursa arka planlarında geçen romanın ilgili bölümü 2000’de Bursa’da düzenlenen 6. Avrupa Filmleri Festivali-Gezici Festival”inde “Siyahperde-Türk Sinemasında Sansür” konulu panelde tartışılmış, aynı festival kapsamındaki “Türk Sineması’nda Sansür” adlı bölümde sansüre uğramış Türk filmleri de gösterilmiştir…

“Fasulye”, bir komedi filmi. TV’de hala tekrarları gösterilen Türkan Şoray’lı, “Haluk Bilginer”li “Tatlı Hayat” dizisinin yönetmeni Bora Tekay’ın ilk uzun metraj film denemesi. Yeterince organize olamamış, sorunları zaman zaman yasadışı yollara havale edilen günlük yaşamın çıkar çatışmalarına dönüştüğü  bu yüzden mafyatik örgütlerin cirit attığı toplumda bilgisizliğin “şeyh uçmaz müridi uçurur” misali halkın dinsel zaaflarından yararlandığı cehaletin kol gezdiği ortamlarda bir takım düzenbazların giderek baş köşelere oturmaları istenmeyen fakat muhtemel bir sonuçtur. Bursalı yönetmen Bora Tekay mafya dizilerinden yola çıkarak “Fasulye”de karikatürize edilmiş mafya tiplemeleri ve bilge karakteriyle farklı bir mizah anlayışı yakalamaya çalışıyordu.

Filmin başında Selim Erdoğan’ın köydeki emekli vergi iade zarflarını şehre götürmek için hazırlık yaptığı sahneyle, Kutay Köktürk’ün şoför olarak göründüğü sahnelerde Cumalıkızık Köyü çok belirgindir: Dar sokaklar, eski evler ve köylüler vs. Filmin kapanış jeneriğinde de “Cumalıkızık halkına katkılarından dolayı teşekkür ederiz” deniyor. Bursa plakalı araçlardan ikisiyle “fa-sul-ye” sözcüğünün oluşturulması da ilginçtir. Film, karakterlerden ziyade tiplemeler üzerine oturmuştur; “Çiçek Taksi” dizisiyle tanınan Selim Erdoğan nerdeyse 2 saatlik film boyunca dilsiz olmadığı halde hiç konuşmayan saf ve iyi niyetli genci oynayarak Türk sinemasındaki en ilginç rollerden birini gerçekleştirmiştir…

Son dönemde mafya tiplemeli dizi ve filmlere elatan başka bir isim Serdar Akar, 2000’de Dar alanda Kısa Paslaşmalar”la bir kenar mahallede yaşanan sıcak ilişkiler, komşuluklar, aşklar ve öte yandan mahallenin futbol takımının amansız profesyonel olma mücadelesini aktarıyordu. Fahir Atakoğlu’nun müziği eşliğinde baştan sona Bursa fonunun hakim olduğu filmde 12 Eylül sonrası bir dönemi Bursa manzaralarını kullanarak insan ilişkilerinin bir kesiti olarak yansıtmaya çalışılıyordu: Kayrak taşlı dar Cumalıkızık sokakları, Muradiye, tarihi Koza Hanı, eski Tophane evleri, amatör takımlara ait bilindik topraklı sahalar, Yenişehir’de bir mahalle…

Dar alanda Kısa Paslaşmalar tamamı Bursa’da çekilen bir film. Oyuncu kadrosunda birçok Bursalı oyuncu yeralmıştır. Filmin ikinci galası da Bursa’da yapılmıştır. Filmde “Kurtuluş” ve “Cumhuriyet” filmlerinde de yer alan Savaş Dinçel başrol oynuyordu. Filmin başrol oyuncularından birisi de “Erkan Can”dır. Bursa’da yetişen oyuncu bir söyleşide (Alper Turgut, 26 Temmuz 2008, Milliyet) o günleri şöyle anlatıyor: 1 Ocak 1958 günü Bursa’da doğmuşum. İlk öğretmenim babamdı. Ben ne öğrendiysem babamdan öğrendim, onun etkisiyle büyüdüm. İyi bir insan olmamı istedi, ben de ona verdiğim söze sadık kaldım. Çocukluğumda tamirhanede çalıştım, İznik gölü kenarında, Yeni Sölöz’ün üstü Bayırköy’de inek, koyun keçi güttüm. Cumartesi ve Pazar günleri de atlardık mobiletle, Kumla, Mudanya sahilleri ve Burgaz’a giderdik. Tiyatro ilk göz ağrımız. Bu heves, 1974 yılında Bursa Devlet Tiyatrosu, Ahmet Vefik Paşa Sahnesi’ndeki tiyatro kurslarına gitmemle başladı. Mahalledeki ağabeyler, güzel ağabeyler önayak oldular. Onların kestiği racona uyduk, buralara dek geldik.  O yıllarda okulda boykot, gençlik derneklerinde tiyatro yaptık. Folklor ile uğraştık, maçlarda amigo olduk hatta kaleciliğe soyunduk”…

Erkan Can, Zeki Ökten’in 1986 yılında çektiği “Davacı” filminde seyyar satıcıyı oynayarak girmişti sinemaya. Daha sonra TRT’deki “Bizim Çocuklar” dizisinde oynamıştı, “Mahallenin Muhtarları” dizisiyle tanınmıştı. Özellikle canlandırdığı “Temel” karakteriyle büyük sükse yapmıştı. Serdar Akar’ın düşük bütçeyle çekilen ilk uzun metrajlı filmi “Gemide” ile Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde “En İyi Erkek Oyuncu” ödülünü almıştır. Ardından “Dar Alanda Kısa Paslaşmalar”, “Yazı Tura”, “O Şimdi Mahkûm” ve “Takva” gelir. Atilla Dorsay “Erkan Can’ın tek kelime ile mükemmel oynadığı Takva gösterime girdiğinde kıyamet kopacak. Benden söylemesi…” dedikten sonra kıyamet kopmaz ama oyunculuğunu konuşturur ve “Takva”daki rolüyle Antalya’da ikinci Altın Portakal’ını kazanır…

Dar kadroyla çekilen ilk filminin aksine geniş ve tanınmış kadrosuna rağmen Serdar Akar “Dar Alanda Kısa Paslaşmalar”da konuyu yine bu defa bir mahalle çerçevesinde kişisel yaşam ve bireysel sorunlarla sınırlı tutuyor.  12 Eylül tüm hızıyla sürerken “Dar Alanda Kısa Paslaşmalar” futbola sığınan insanların bir anlamda dar bir alana hapsedilmiş insanların kendi aralarındaki paslaşmalarını konu alıyordu:

“Bizim takım. Hep yeşil kalan çamlar ve hep sararan çınarlar. Hayatta Torba, yeşil kalmakta var, sararmakta. Dağın rengi bunlar, dağın rengi!”…

Gemide filminde konu gerçek bir kum kosterinde geçiyordu. Birkaç gün önce Cumalıkızık’a Baykal da uğramış. Gazetenin biri “CHP lideri Deniz Baykal, Bursa’daki tarihi Cumalıkızık mahallesinde akan suyun üzerinden çevik bir hareketle atladı” diye haber yapıp bir de resmini basmıştı. Liboşluk yarışında öyle bir dönem geçiriyoruz ki kimse kimseye meydanı bırakmak istemiyor aslında. Gemi denince şu ara aklıma hep Deniz Baykal’la Başbakan arasındaki “Gemi mi Gemicik mi?” tartışması gelir.

Cumalıkızık’ta her sokakta özellikle köylü kadınların hediyelik eşya ve yöreye özgü yiyecekleri sattığına şahit oluyorsunuz. Ben de bir gemi aldım Cumalıkızık’ta. Gemi dediysem Baykal’ın ifade ettiği tarzda değil. Benimkisi el yapımı, 1 YTL’lik ahşap yelkenli biblo bir tekneydi sadece. Burak Erdoğan’a ait “boyu 94 metre, eni 16 metre”lik gemicikten değil yani. Ölçtüm, eni 2 cm, boyu 10 cm ve yüksekliği 8 cm geliyordu. Çeşit bol ama onların yaptığını plaza kültürüyle karıştırmamak gerekir kendi ürettiklerini değerlendirmeye çalışıyorlar çünkü…

Cumalıkızık’ta çekilmiş filmlerden bir tanesi de “İçerideki” filmi. Bursalı yönetmen Ahmet Küçükkayalı, psikolojik-gerilim türündeki film için Bursa’nın doğası ve otantik evleriyle ünlü Cumalızık ve Gölyazı köylerini kullanmış. Filmde modern dünyadan yalıtılmış bir köyde bir yabancının gelişiyle yaşanan esrarengiz olaylar aktarılıyordu.

“Gölyazı” da eski bir Rum köyü. Uluabat gölü kıyısında küçük bir yarımada üzerinde kurulmuş çok güzel bir köy. Bithynia döneminden kalma antik kalıntılar üzerinde bulunmakta; göl ve çevresi sit alanı. İstanbul’u başkent yapan Konstantinus çocukluğunu burada geçirmiş, annesi Helena’nın ailesi bu civarlardaki Drepenum Köyündenmiş. Zeytinlik ve sazlıklarla çevrili gölde bulunan Manastır adasında H.Constantinus ve Helena Kilisesi yeralmakta. Prof.Dr.Necmi Gürsakal’ın romanı “Floransalı Karlo”ya burada mülhem olmuştur kesin. Bir kadraja sığdırılabilecek tüm güzellikler mevcut çünkü: Antik yapılarla balıkçı ağları, durgun suya vuran güneş, gölde yüzen kayıklar ve kuşlar… hepsi birden eşsiz bir komposizyonu tamamlıyor.

Geçim kaynağı sadece balıkçılığa dayanan köyde geçen yıl bir belgesel çekilmiş ve İstanbul, Adana ve Nürnberg’teki film festivallerinde birincilik ödülü kazanmış. Emine Emel Balcı’nın yönettiğiGölün Kadınları adlı film geçim sıkıntısı yüzünden eşleriyle birlikte balıkçılık yapan köylü kadınların fedakârlıklarını anlatıyordu…

Gölge oyunları, doğu kültürlerine özgü bir sanat. Rivayete göre, eşinin ölümüyle yıkılan Çin hükümdarını teselli etmek isteyen adamın biri beyaz bir perdenin arkasından geçirdiği kadın gölgesini ölen kadın yerine koyup ona takdim etmiş. Böylece gölge oyunu başlamış.

Karagöz ve Hacivat figürleriyse 650 yıllık bir geçmişe sahiptir. Orhan Gazi döneminde Bursa Ulucami inşaatının demirci ustası kambur Baki Çelebi (Karagöz) ile duvarcı ustası Halil Hacı İvaz’ın (Hacivat) nükteli atışmaları giderek geleneksel Türk tiyatrosunun temel taşı haline gelerek Osmanlı eğlence kültürü içinde önemli bir öğe haline dönüşür. Gölge oyunu panayır ve eski bayram eğlencelerinin vazgeçilmezlerinden olur. İlk gösterinin Karagöz’ün Bursalı olması sebebiyle Bursa’da sergilendiği belirtilmektedir. Sabahattin Eyüboğlu 1972 yılında “Karagözün Dünyası” adlı bir belgesel çekmiştir.

2005’te Ezel Akay Bursa Orhaneli ilçesinde kurulan bir platoda Hacivat ve Karagöz’ün hikâyesini filme de çekti. Sinemamızda şimdiye kadarki en titiz ve kapsamlı çalışma örneklerinden birisini sergileyen “Hacivat, Karagöz Neden Öldürüldü?” filminde dekor ve kostümler, akıcı ve masalsı anlatım, güncel mesaj ve taşlamalar da dikkat çekiyordu. “Haluk Bilginer”in usta oyunculuğunun da katkısıyla çağdaş bir üslupla konuyu ele alan yönetmen Ezel Akay pek alışılmamış bir mizah duygusu taşıyan farklı film ortaya çıkarmıştır. Hüznün yergi ile harmanlandığı Hacivat, Karagöz Neden Öldürüldü? iyi bir kara mizah örneği veBursa’dan Türk sinema tarihine önemli bir film olarak armağan gidiyor.

Bursa’ya özgü bir dönemde Hacivat ve Karagöz’ün Bursa’da tanışması görsel şölen eşliğinde aktarılıyor.  14. Yy’da Anadolu’dan gelen insanlarla gitgide kalabalık bir yer haline gelmeye başlayan Bursa, Moğol istilasından kaçan beylik liderlerine de kucak açmıştır. Cami inşaatında çalışmak üzere Bursa’ya gelen Hacivat ve Karagöz arasında  da yakınlık doğar. Atışmaları kulaktan kulağa yayılmaya, inşaatı yavaşlatmaya başlarlar. Fakat dile getirdikleri gerçekler, eleştirdikleri isimler rahatsız olunca her ikisi de cami bahane edilip kafaları kesilerek idam edilir.

Zeki Demirkubuz, Akay’ın filmini dönemin en iyisi olarak göstermiştir…

Ömer Kavur ilk filmi “Yatık Emine”de, Refik Halit Karay’ın “Memleket Hikâyeleri” adlı kitabındaki bir öyküden yola çıkarak bir hayat kadınının sürgün edildiği taşra kasabasında karşılaştığı trajik olayları anlatıyordu. 1979’da yönetmen ilk kez “Yusuf ile Kenan”da da toplumsal gerçekçi bir yaklaşımla sokak çocukları gerçeğine dikkat çekmiştir. 2002’de çekilen “Sır Çocukları” adlı filmden sonra sokak çocuklarının yaşamını beyazperdeye yansıtan filmlerden bir tanesine de Bursa evsahipliği yapmıştır: “İki Koca Adam”. Özellikle çekimler için Arap Şükrü Sokağı’nı kullanan filmde sokaklarda yetişmiş ve yaşamını suç işleyerek kazanan iki kişinin hayatına giren bir bebek konu ediliyor. Filmin yönetmeni Hasan Karcı. Ali Başar, Kadim Yaşar, Nilüfer Aydan ve Sinan Bengier filmin başrollerinde yeralmaktadır.

Çalıkuşu (1966) ve İpekli Mendil (2006) gibi birçok filmin serüveni de Bursa’da geçmektedir.

Reşat Nuri Güntekin, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ni bitirdikten sonra öğretmenliğe 1913’te Bursa Sultanisi’nde (Bursa Erkek Lisesi) Fransızca öğretmenliği yaparak başlamıştır. Çalıkuşu adlı romanın 1921’de gazetede tefrika edilmesiyle beraber büyük bir ün kazanmıştır. Öğretmenlik ve müfettişlik görevi ile yakından tanık olduğu Anadolu’daki gözlemlerini bütün romanlarında kullanan yazar “Çalıkuşu” adlı romanı da Bursa’da kaleme alır. Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında yazmış olduğu roman görev yaptığı Anadolu’da edindiği izlenimleri aktarmakla beraber toplumun ilerlemesi için eğitim konusuna daha çok önem verilmesi gerektiğine vurgu yapmaktadır.

Bursa’da yoksul bir köyde görev yapan bir öğretmenin başından geçenleri anlatmaktadır. Tek gayesi başkalarını ve çocukları mutlu etmek için çalışmak olan Feride Anadolu gerçeğini  gördükçe  çocuklara daha çok bağlanmış, yaşamı bütün zorluklara rağmen yeni bir anlam kazanmıştır. Romanda sözü edilen köy bugün Bursa’nın merkezinde, Uludağ yamaçlarındaki mahallelerden birisinde yeralan Zeyniler Köyü’dür. Osman F. Seden tarafından “Çalıkuşu” 1966’da sinemaya uyarlanmıştır.  Filmde Feride’yi Türkan Şoray canlandırmış, 1986 yılında da Aydan Şener oynamıştır…

Sait FaikAbasıyanık onuncu sınıfta iken, Arapça hocası Salih Beyin minderine iğne koydukları için 41 arkadaşı ile birlikte Bursa’ya sürgün gönderilmiştir. Orta öğretimini 1928 yılında Bursa Erkek Lisesi’nde tamamlayan Sait Faik’in ilk yazısı Milliyet Gazetesinin 9 Ocak 1929 tarihli nüshasında yayımlanmış “Uçurtmalar” adını taşıyan yazısıdır. Bursa’da uçurtma mevsimini dile getirir.

Yalçın Kümeli, Bursa’ya sürgün olan yazarın ilk öyküsünden yola çıkıp 2006’da “İpekli Mendil” adlı 9 dakikalık kısa filmi çekmiştir: “Ustabaşı Sait 1936 yılında, Bursa’da bir ipekli dokuma fabrikasında cambaz seyretmeye giden bekçinin yerine fabrikayı korumak için nöbet bekler. Yavuklusuna ipekli bir mendil verebilmek için hırsızlığa gelen küçük bir çocuk yakalar. Çocuğu polise teslim etmez ve serbest bırakır”…

Kümeli “Sis ve Gece”, “Karanlıkta Koşanlar” gibi öykü ve romanları filme çekilen Ahmet Ümit’in “Patasana” adlı romanının senaryo hakkını almıştır. Bu filmde de Bursalı oyuncu Ceyda Düvenci’nin rol alacağı söyleniyor. İpekli Mendil derken Bursa’da çekilen“Yanık Koza” dizisini de eklemeliyim. Tabii ki sayısı 18’i bulan filmde “Zeki Müren”i de unutmamak gerekir…

M.Kemal’in son ziyaretiyle ilgili olarak “Son Balo Vals ve Zeybek” adlı 8 dakikalık bir belgesel yine Bursa’da çekilmiştir. M.Kemal Bursa’yı 17 kez ziyaret etmişti. Bunlardan birinde de ünlü “Bursa Nutku”nu dile getirmiştir. Cumhuriyet açısından ayrı bir önem arzeden Bursa kim ne derse desin üreten, paylaşan, çok yönlü ve çok kültürlü bir kenttir. Çağdaş ve modern Türkiye’yi muştulayan bir kent ise mutlaka bu niteliğine uygun değerlerle, adına yaraşır bir kimliği yansıtmalıdır.

TAMER UYSAL

dosteli2@gmail.com

BURSA’DAKİ ORMAN YANGINI VE İDDİALAR ÜZERİNE…

Featured image

-1-

Hadi uyan
Gün ışığı çilemeye başladı başucunda
Denizler bir mavilik edindi günden
Seher yeline uyup kuşlar tüneğine uçtu
Bu türküyü dinlemeyecek misin

(Metin Eloğlu)
Genç yaşta yitirdiğimiz öğretim üyesi Sevilay Kaygalak Bursa’yla ilgili çok güzel bir inceleme kitabı kaleme almıştır. Kaygalak kitapta Uludağ eteklerinde kurulan Bursa’nın Anadolu’nun bir iç kenti olmasına karşın gelişmesini coğrafi konumu ve iklimine borçlu olduğunu ifade ediyor, 31 km lik bir şose yolla Mudanya limanına bağlanan kentin Marmara’nın güneyinde bağlantıya engel oluşturmayan alçak dağlarla çevrelendiğini vurguluyordu. (Kapitalizmin Taşrası: 16.Yy’dan 19. Yy’a Bursa’da Toplumsal Süreçler ve Mekansal Değişim, İletişim Yayınları, 2008). Bursa verimli toprakları ve ürün çeşitliliği ile de göze çarpıyordu.

Jonathon poritt ise “toprağın üst tabakası’ düşüncesi beni her zaman büyüledi. Yaşamımızı olanaklı kılan verimli toprak tabakasını oluşturan milyonlarca mikroorganizma oradadır” diyor  ve ekliyor: Toprak  kaymasıyla yokolan üç santimin yeniden oluşması yüzyıllar sürebilir: “Bütün ağaç aşıklarının en büyüğü olan Richard St. Barbe Baker, bir keresinde şöyle demiş: Bir ulusun gerçek zenginliği , ağaç örtüsüyle ölçülebilir. Almanya’nın yüzde 30, İtalya’nın yüzde 27, ağaç örtüsüne karşın bizim (İngiltere) sadece yüzde 9 ağaç örtümüz var.” (Yeşil Politika/Seeing Green, Ayrıntı Yayınları, 1989).

Bir kayadan bir santimetre küplük toprağın oluşumu için 5 yüz yıl geçmesi gerekiyor, kimilerine göreyse tam 1000 yıl… Hele hele  bir gram toprakta bulunan bakteri hücrelerinin sayısı ise inanılacak gibi değil: 40 milyon. Bu kök bakterileri bitkilerin gelişimi için elzem, yaşamsal öneme sahipler.

Bursa’nın topografik yapısından ve bazı ülkelerin yeşil alanlarıyla ilgili veriler paylaşırken şuraya gelmek istiyorum.

Yazıyı kaleme almaya karar verdiğimde peşisıra 2 önemli hadise yaşadı Türkiye: İlki Hopa’da 11 kişinin yaşamını kaybetmesiyle sonuçlanan sel, diğeri Bursa’da yaşanan orman yangını. Hopa’da yaşanan olayda siyasal yönetim hatasını ve afette payı olduğunu itiraf ediyordu. Ya orman yangını hadisesinde… Tarımsal zenginlik açısından hala Türkiye’nin sayılı kentlerinden birisi olan Bursa’da 54 dekarlık zeytinlik, bağ ve bahçelik alanlarla birlikte yer yer kızılçam meşceresi yemyeşil orman sahasını bitiren yangının akabinde yenilir yutulur cinsten olmayan iddialar ortaya atılmıştır. İmara açılacak alana 50 bin konut…Kuşkular ve görgü tanıklıkları sabotaj olma (yani kundaklama) ihtimalini de güçlendiriyordu.

Yangın bölgesinden yaz başı bir de sonu olmak üzere iki kez geçtim diyebiliyorum. Bu yörede bir aile dostumuzun küçük bir zeytinliği var ve bahçeyi görmek için bu yaz Gündoğdu Köyü (mahallesi) ‘nden Kurşunlu’ya dönüşte de Kurşunlu’dan Mudanya yönüne doğru sahil yoluyla yolculuk yaptık. Her ikisinde de durup esnaftan alışveriş yapıp kahvehane de çaylarımızı yudumlarken  köylülerle diyalog kurma şansımız oldu.

Köylülere   ilkin Kurşunlu Köyü’ne  inişte dikkat çeken  zeytinliklerdeki devasa istinat duvarlarının sebebini soruyoruz. Yabancı birilerinin satın aldıklarını belirten köylüler cafe ya da sosyal tesis gibi şeyler yapacaklarını aktardılar. Önce Belediyenin her yana sosyal tesis diktiğini akla getiriyordu bu bilgiler  fakat bununla ilgili herhangi bir açıklama duymamıştım. Zaten öyle olsa belediye başkanı o projeyi ballandıra ballandıra anlatır ve  hayali görsellerle  maket resimlerle cümle cihana yaymış olurdu.

Yangın hadisesinin detaylarını gazetelerden ve sosyal medyadan öğreniyorum. Tabi serzenişler yok değil. 14 saat süren yangın 10 dakika gibi kısa bir sürede farklı yerde ve  hızla  çok geniş bir alana nasıl yayılabilirdi?

Yangın bölgesine yakın  kadın plajı açtılar. Bursa’yı bilenler  bilir bu ormanlık alan için Gemlik-Mudanya yolu diyorlar ama öyle değil; sadece Gemlik ile Kurşunlu arası 15 km’lik mesafedir ve söz konusu yangının yayıldığı alan Mudanya ile Gemlik/Kurşunlu arasındadır. Yani Göynüklü (Mudanya) ile Filidar ovası (Gündoğdu) arasıdır. Yani yanan Bursa’nın dibidir, ta ciğerleridir.

Ve koca yangın için topu topu tek helikopterle birkaç araç tahsis edilmiştir.

Yangına maruz kalan ormanlık bölge Bursa’nın kuzey  batısı sayılır. Filidar Ovası diye bilinen bölge ve Mudanya arasında kalan fıstıkçamı, zeytinlik, incir ve üzüm bahçelerinden oluşuyor. Kuzeyi masmavi Marmara.

İşte Kadınlar plajını getirip Kurşunlu köyünün dibine yaptılar. Ve Marmara için sezon bitmiş Kurşunlu’da yapı izni yok, bölge görece bakir sayılır. İlçe Belediyesi ile Büyükşehir arasında fay hattına ilişkin raporlara dayanan yazışmalar bekleniyor, açıklanan bir şey de yok iken…

Aşağıda benim siyasal yönetimin alışılmış yol çalışmalarından birisidir diye tahmin ettiğim   tanık  olanlar için hararetli, alakasızlar için ise sessiz sedasız süren o çalışmalar meğerse bir kadın plajı içinmiş. Pes doğrusu. Her konuyu yoğun PR çalışmasıyla hatta hatta cep telefonlarıyla servis eden belediye nedense hem kadınlar plajı hem de yangın hadisesi hakkında şimdiye kadar bir açıklama yapmaktan kaçınmıştır.  Antalya’dakini yineleyen proje pek matah bir şey de değildi aslında.

Asıl vahim olan onlardan çok çok önce Karacaali’deki izci kampının hemen yanındaki bir koyun sosyal tesis adı altında otel yapılıp halka kapatılmasıydı. Yani Belediyenin Narlı’daki tesislerinden bahsediyorum. Günlüğü 80-100 liraya önceden rezerve edilen bir yerden sosyal tesis diye söz etmek mümkün olabilir mi?

Geleyim Kumsaz’da olmayana ve de Mudanya ile Kumla’da ise olan bitene.

Kumsaz’da  güya bir halk plajı yapacaklardı. Şatafatlı törenli sunum sadece resim olarak kaldı önceki belediyeye ait plaj ve yapılar ortadan kaldırıldı. Yıkılanların yerine bu şaibeli bölgede, yıllar geçtikçe  ne bir halk plajı ne başka bir şey kurulmadı. Sonuç fiyaskoydu.

Hemen yakınındaki Kumla’da bir sahil düzenlemesi yapıldı ki evlere şenlik. Bir tane memnun Kumla sakini bulamazsınız. Sahil daraltıldıkça daraldı sanki plajı halka yasakladılar….

İnşaat aşkıyla yanıp tutuşan yönetim  Mudanya halkını Mudanya’dan soğutan benzer bir çalışma sergilemişti daha önce. Ne tesadüfse son yerel seçimde farklı  tercih  yapan Mudanyalıların yaz boyunca sürecek olan çalışmalarla bir nevi cezalandırıldığı şeklinde kanaat yok değildi… Kurşunlu’da Kumla’da Mudanya’da şu kadınlar plajını saymazsanız şimdi sanki bütün körfez halka yasaklı…

-2-

Kafamızda güneş
ateş
bir sarık.
Arık toprak
çıplak ayaklarımıza çarık.
İhtiyar katırından
daha ölü bir köylü
yanımızda,
yanımızda değil
yanan
kanımızda. (Nazım Hikmet)

Geçen yazdan beri Kurşunlu’ya gitmemiştim. Bir fırsat doğdu.Gittik. Tahminim üzerine hem istediğim gibi hem yapacaklarımıza göre bir seyir rotası belirledik: Nevaleyi alacağımız . Filidardan (Gündoğdu Köyü’nün hala halk arasındaki adıdır) gidilmeye karar verildi. Köy, Bursa ovasının kuzeyindeki vericiler konmuş tepenin dibi. Her iki yanı manzaraya hakim: Bir yanı Bursa ovası tepeyi atlayın öbür yanı deniz. Gemlik’teki şaka gibi manzara burada da karşınıza çıkıyor.

Gemliğe doğru
Denizi göreceksin;
Sakın şaşırma.

Bildiğimiz için şaşkın değiliz. Tepeden aşağıya yaklaşık 5 km kadar. Sağlı sollu vilalar var ama boş, yapılmış da terkedilmiş gibiler hepsi. Onları atlayıp kıyıya iniyoruz. Bir köy bu kadar mı şirin olur. Nazım’ın şiirlerinden arz endam etmiş gibi bir köyden geçerek,

Ne güzel şehirleri var Anadolu’mun benim Akdeniz kıyısında.
Küçüktürler, portakal gibi güneşlidirler
diri balık gibi pırıltılı ve renklidirler acı zakkum gibi.

Seviyorum Kurşunlu’yu. Gemlik’i… Gemlik, Bursa’nın 30 km. kuzey batısında, Marmara Denizi kıyısında kendi adıyla anılan körfezdeki ilçesidir.Körfezde denizle iç içe olduğundan hem tabiatla içli dışlı olma duygusu verdiğinden Bursa’nın diğer ilçelerine nazaran daha çok sevmişimdir Gemlik’i. Her defasında bu duyguyu yeniden tadmak istiyorum.

Peki ya köylüler öyle miydi, ne alemdeydi. Benim çocukluğumun geçtiği asıl Kurşunlulular. Bizler sayfiyeciydik.Sadece yazları kamp kurardık burda.. Çadır kamplarının yaygın olduğu yıllarda.. O yüzden çocukluk anılarımla dolu bir beldedir.Merak ettiğim soruyu bizzat uzun zamandır sormak istiyordum onlara da. Ne değişti geçen yazlardan. Zeytinlikler parsellenip parsellenip satılıyor. Şimdi belki komşu olacaktım köylülerle. Yakınlarımın burada aldığı arsaya varıyoruz. Kilimler pikeler şilteler yerlere seriliyor. Pazardan alışveriş yapılıyor. Sonra Kurşunlu mendirekte alıyoruz soluğu. Ucundaki fenere kadar gidip resim çekeceğiz. Adı Mahsun kendi mahzun olan bir genç yanıma yaklaşıyor ben denizin pisliğine şaşkın şaşkın bakarken: “Hiç kimse kira ödemiyor, bari şuraya bir menfez yapsalar akıp gidecek” diyor. Belki de bizi yetkili arkası olan birine benzetiyor..Eskilerden açıyorum. Herkesi tanıyor Mahsun. Burada yaşayan görev yapan herkesi biliyor. “Görevli olarak buraya gelmiştim” diyorum. Büyükşehir Belediyesinden istifa ettiğimi falan söylüyorum.Bir Fen işleri müdürünüz vardı. diyorum. Hemen adını söylüyor. Her şeyi biliyor. Çünkü Mazlum orasının gerçek insanı yaşayanı. Sıcak misafirperver. Dostça birbirimize sarılıp fotoğraf çekiniyoruz.

Dalgakıran boyunca mendireğin ucuna fenere kadar gidiyoruz. Balıkçı bir ihtiyar gülümsüyor. Oltasını atıp çekiyor. Balıkçılar yanımıza yanaşıyorlar. Katamaranının bakımını yapan birisi bize takılıyor. Emektar bir konuk o da. “Tam hayal ettiğim gibi yaşıyorum” diyor. Ben soruyorum o anlatıyor. Bursa’da yaşıyormuş. Hollanda’daki işini bırakarak buraya gelmiş Kaç para diyorum “Villa fiyatına aldım” diyerek katamaranın öyküsünü anlatıyor. Ege’ye açılacakmış bir hafta içinde. Bu deniz neki göl gibi diyor. Denizi çok sevdiği belli oluyor onun da…

Sor kendine bir sabah,
av hazırlığına başlarken;
sulara kim salar ilk güneşi
sen kayığına binmesen,
orağını almasan eline
ilk ürünü kim biçer denizden?

Kemal Özer denizin emektarları için böyle diyor bir şiirinde… Neden elleri bulunmaz ellerinizin yanında neden paylaşmazlar yorgunluğunuzu… Balıkçıların kahvesine uğruyoruz hemen mendireğin yanıbaşında. Çaylar söyleniyor. Anlatacak yaşam öyküleri çok. Balıkçı köylerini seviyorum. Onlar bu denizin deniz onların aynası gibi. Ama geçim kaynağı zeytinliklerde ırgat olmuşlar. Tarla bahçe sürmek inşaat Sayfiyecilerin yat kat onarım işleri. Gündelikle ne iş çıkarsa yapıyorlar.

Yıllardır sadece bir sayfiye yerine dönüşmüş Kurşunlu da Mahsun un dediği gibi öğrenci yok olmayınca okulu da kapanma noktasına gelmiş. Topraklar çoktan elden gitmiş. Balıkçılık denizin kirliliği yüzünden yokolma noktasında. Tümüyle kente göçerlerse burası kimlere kalacak bu parça parça satılan zeytinlikler bu mavisi azar azar yiten deniz…

Yıllar önce geldiğimde buranın fen işleri müdürüne demiştim ki “bakir kalmış” benim dediklerimi onaylamamış “korunmuş” diyelim dedi bana. Biraz bahsettim. Üsteleyince yanımdaki teknisyenler geçmişimden bahsettiler. Dinledi. Kimin için korunmuş ne kadar korunmuş diye sorabilmiştim kendi kendime . Anlamış olmalı. Anılarım vardı oysa burda. kaybettiğim babam kardeşim hepsi. Siyah beyazdan da olsa fotoğraflar…Oysa kıyıdan çekerlerdi o zaman ağlarını balıkçılar. Deniz içinden ne çıkarsa irili ufaklı kaplara boşaltırlardı. Karşılığı gönülden. Ne koparsa o kadar derece boldu yani…

Hem dert çok hemdert yok. Akşam terketmenin ve balıkçılarınkinin hüznü karışarak ayrılıyoruz Kurşunludan. Kurşunlu sahipsiz mi karar verin. İşlemesi gerekenler dururken bu toprakları satan kim? Dağlar tepeler iş makinalarıyla dolu. Mudanya’ya kıyı yolundan geçiyoruz. Yine yollar vızır vızır işmakinaları ve yol işçileriyle dolu geçiş kontrolü için kızıl bayraklarını sallandırıyorlar. Toz duman. Altıntaş’a kadar. Göynüklü’den sonra Burgaz’a varıyoruz. Koca bir hayal kırıklığı daha. Çay bahçeleri kapanmış ya da henüz açılmamış bilmiyoruz. Ver elini Mudanya. Denizi dolduracaklarını duymuştum. Bugün temel atılmış. İlçenin kıyısı boyunca saç duvarla kapatmışlar denizi göremiyoruz. Ah bir martı olsaydım diyorum. En yüksek tepeye çıkıyoruz: Yıldıztepedeyiz…”En yüksekten uçan martı, en uzağı görendir” demiyor muydu Martı Jonathan Livingston yani Richard Bach…

Ne diyordu Nazım Usta “Türk Köylüsü” şiirinde:

Topraktan öğrenip
kitapsız bilendir.
Hoca Nasreddin gibi ağlayan
Bayburtlu Zihni gibi gülendir.
Ferhad’dır
Kerem’dir
ve Keloğlan’dır.
Yol görünür onun garip serine,
analar, babalar umudu keser,
kahbe felek ona eder oyunu.
Çarşambayı sel alır,
bir yâr sever
el alır,
kanadı kırılır
çöllerde kalır,
ölmeden mezara koyarlar onu.
O, «Yûnusû biçâredir
baştan ayağa yâredir,»
ağu içer su yerine.
Fakat bir kerre bir derd anlayan düşmeyegörsün önlerine
ve bir kerre vakterişip :
«—Gayrık yeter!…»
demesinler.
Ve bir kerre dediler mi :
«İsrafil surunu urur
mahlukat yerinden durur»,
toprağın nabzı başlar
onun nabızlarında atmağa.
Ne kendi nefsini korur,
ne düşmanı kayırır,
«Dağları yırtıp ayırır,
kayaları kesip yol eyler âbıhayat akıtmağa…»

-3-

Kurşunlu gezimi de ayrıntılarıyla aktardım. Ve Güney Marmara’dan içimize su serpen haber de çıktı nihayet… Hem de Dünya Barış Günü. Bu güzel haber bir Guinness rekorunu Mudanya’ya (Kumyaka) kazandıran 460 kişilik gönüllü bir ekiple yapılan su üzerindeki barış sembolü ve rekorun fotoğrafı idi….

TAMER UYSAL

dosteli2@gmail.com

BURSA ÜZERİNE…

bursa üzerine

(1)

“Söz uçar yazı kalır.”
(Latin Atasözü)

Çoğu zaman yazı yazma sürecine girdiğimde aklıma Aziz Nesin geliyor. Usta “hangi ortamda yazarsınız” sorusuna “Bu ortam, yazacağım yazı türüne göre değişir” diyor ve ekliyor: ” Çok ciddi bir yazı yazacaksam odamın kapısını ve pencerelerini sıkı sıkı kapatırım.”…Bende de bir yazı konusu ortaya çıktıktan sonra biraz yürüyüş iyi gelir. Çünkü gözlem ve sokaklar insana iyi fikir verir.Feridun Andaç’ın bu latin darbımeseli ile aynı başlıkta bir kitabı vardı. Yazar ve şairlerle söyleşiler içeriyor. Yazarların yazım süreçleri farklı mutlaka. Sessiz bir ortamda üretime odaklanmak gerekir. Aziz Nesin gibi müzikle de odaklanabilir farklı ortamlarda da yaratılabilir ama yalnızlık mutlaka şart: Yazar yalnızlığı denilen…Gezerken yazı yazamazsınız ama bana iyi fikir veriyor. Tek eksiğim var: Aşırı unutkanlık. Ne yaptımsa halt edemediğim. Yaşlanıyorum…

Artık fotoğraf makinesi yanımızda. Cep telefonunu alırken “nasıl olsun” diyen satıcıya basit olsun fotoğraf çekeyim müzik dinleyebileyim yeter demiştim. Üniversite yıllarında walkman elimden düşmezdi şimdi bu aletlerle her şey mümkün.. Ötekilerin pabucu dama atıldı. Herkesin elinin altında vizör var…İstediği görüntüyü cebinde taşıdığı bu aletle ölümsüzleştirebiliyor (Oysa biz bir kamerayı tutmak için 4 yılımızı vermiştik)…Şimdi çektiklerime bakıp bakıp yazdığım oluyor…

Roland Barthes, “Şehirler bir yazıdır, gezenler ise bir okur.”Bursa sokaklarında zaman zaman geziyorum, dönüp dolaşıp aynı yerlerde… İnsan alıştığı yerlerden kolay kopmuyor, kopamıyor. Ne kadar uzaklaşabilirsiniz neyi bırakabilirsiniz… Can Yücel ne diyordu .

Değil bu şehirden gitmek,
İki sokak öteye taşınamıyorum.
Alıp götürsem gelmez ki…

Öyle ama sahip olduğum aman aman hiçbir şey yok halbuki. Aristo bir şehir orada yaşayana güven ve mutluluk sunsun yeter diyor. Ya Hasan Hüseyin. Şöyle diyordu şiirinde:

Bu kenti sevdim dedim
Benim olsun demedim ki

Sevdim dedimse akşam kızıllığını
Gönlüm gibi akıp giden şu çayı
Şu ormanı şu denizi şu dağı
Benim olsun demedim ki

Vuruldumsa gözlerinin gül bahçesine
Yürek çizen şimşeklerse kaçamak bakışları
İşte buna sevmek derler dedimse

Aynı şeyler mi? İnsan gerçek varolan güzellikleri aramaz onların yansıtmış olduğu soyut ama öznel olan güzellikleri arar o yüzden bir kentte olan ne varsa insanda şiirle yazıyla sanatla yaşar…Ünlü yontucu (Rodin), bir insanın ruhunu okumak için yüzüne bakmak yeterli demiş. Yeter mi gerçekten…M. Şerif Onaran da. “Bir kentin ruhu varsa, o kenti şiirinde, yazısında yeniden kuran edebiyatçılar olduğu için vardır.” diyordu. His meselesi; sanatçı öyle kolay hissedebiliyorsa öyledir demek ki…

Ya bir kentin onun yüzü yok mu peki! İlk bakışla okunacak bir yüzü…Nazım Usta demiyor muydu “iki şey vardır ancak ölümle unutulur anamızın yüzüyle şehrimizin yüzü.” Nereden buraya geldim…Bursa’da doğdum Bursa’da büyüdüm ve belki de bu kentte öleceğim. Bir kentin merkezi daima o kentin kalbidir diyordu bir yerde…Öyleyse ben bu şehrin en önemli, telafisi olmayan bir organında yaşadım.

Bazen Attila İlhan’ın, Can Yücel’in belki birçok insanın onlar gibi kendine yönelttiği soruya karşılık arıyorum: Bu kentten kaçıp gitmek istiyor muyum, burayı seviyor muydum? ” Bazen anam araya girer “Daha iyi yer mi bulacaksın”diye. Ona göre yer, O “yer” diyor. Çünkü onun benim gibi bakmadığını biliyorum ama zaman zaman onun da sitem ettiğini biliyorum. O zaman buna karşılık aklıma hep şu replik geliveriyor: “İnsan memleketini niye sever? Başka çaresi yoktur da ondan. Ama biz bilirizki bir yerde mutlu mesut olmanın ilk şartı orayı sevmektir. Burayı seversen, burası Dünya’nın en güzel yeridir. Ama Dünya’nın en güzel yerini sevmezsen, orası Dünya’nın en güzel yeri değildir.”

Diderot, “Bedeni üldürenden değil ruhu öldürenden korkunuz.” demiş Aristo, “Ruhun güzelliği bedenin güzelliği kadar çabuk görünmez.” Biz görmüşüz bir kere. Bir uygarlık başka bir uygarlıkça yokedilmek tehdidiyle karşı karşıya.. Nietzsche’nin büyük sözlerinden… Demiryolu grevcilerine hitaben “Bir uygarlığın imha edilmesine karşı mücadele ediyorsunuz” diyordu Pierre Bourdieu. Çünkü toplum hakkında kanaatlar eylemlerle dile gelebilir. Herkes bu kültürel yozlaşmaya karşı eleştirel bir tavır gösterebilmelidir….

Basit değil. Binlerce yıllık tarihten bir geçmişten, kültürel birikimden söz etmek istiyorum, ilk yerleşimlerin kurulmasından ve yazının bulunuşundan bu yana yazılan binlerce yıllık bir tarihten…Bursa’dan söz etmek istiyorum..

(2)
Ey debdebeler, tantanalar, şanlar, alaylar;
Kaatil kuleler, kal’alı zindanlı saraylar;
Ey dahme-i mersûs-i havâtır, ulu ma’bed;
Ey gırre sütunlar ki birer dîv-i mukayyed,
Mâzîleri âtîlere nakletmeye me’mûr;
Ey dişleri düşmüş, sırıtan kaafile-i sûr;
(Tevfik Fikret)

Aldoux Huxley Cesur Yeni Dünya adlı romanda bir distopya (olumsuz ütopya) tasarlar. Romanda gelecekte her şeyin alınıp satıldığı insanların tüketim kölesine dönüştürüldüğü toplum yapısını anlatır. Makineler gibi insanlarında programlandığı bir toplum tasavvuru. Yöneticilerin kölelere köleliklerini sevdirdikleri ve itaatkarlığa zor kullanmadan boyun eğdirdikleri geleceğe dair bir toplum yapısı. Roman 1932 de kaleme alınmıştı. Günümüzden 500 yıl sonrasını tasavvur eden bir kehanetti. Çok değil.2000’li yıllarda yaşıyoruz.

Peki farklı mı?

“Kitleleri kırlardan nefret etmeye şartlandırıyoruz, aynı zamanda onları sevmeye şartlandırıyoruz. Tüm doğa sporlarının gelişmiş aletlerle yapılmasını sağlıyoruz. Böylece hem endüstriyel ürünler, hem de ulaşım tüketiyorlar.” diyor romanda…Her şey gibi doğa da metalaştırılmıştır.

Francis Bacon, “Bilgi güçtür” diyeli yine neredeyse 500 yıl geçmiş.Binlerce yıllık tarihten bir geçmişten, kültürel birikimden sonra günümüzde varolduğumuz ve yaşadığımız süreç Post Modern Toplum olarak adlandırılıyor. Yani bilgi ve uzay çağı. Artık mağara resimlerinden ve atların hızıyla yetindiği zamandan çok farklı bir dünyadayız. Ahmet Hamdi Tanpınar “Hiç kimse değişime karşı değildir, yeter ki ucu kendisine dokunmasın.”der. İnsan “hız” kavramının etkisinde bilginin kontrolünü kaybetmiş halde. Her şey çok çabuk değişiyor.İnsanlar bilgiye her zaman önem vermişlerdi. Eski toplumlar bilgeliği her zaman el üstünde tuttular. Günümüzde krallardan çok filozofların adlarını biliriz. Hatta hristiyanlık ona yücelik atfetti kutsallaştırdı tabi dinsel bilgelik olarak: Hagia Sophia (Aya Sofya) gibi anıtlaştırdı.

Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir diyordu Heraklitos. Çünkü değişmeyen dogmalara karşı toplumu hızla dönüştüren bilimsel fikirler yanyana savaşım veriyor. Yani “Fikirlerin çatışması değişimin başlangıdır.” Emre Kongar’ın bir kitabında yazıyordu sanırım “Üniversite Üzerine…” idi adı…

“Görülmeye ve duyulmaya değmeyen gerçeklere karşı ‘gözlerini kapamak ve kulaklarını tıkamak’ kesin inançlının özel bir yeteneğidir ve bu onun eşsiz cesaret ve azminin kaynağıdır.”diyen ve en liberal tezler ileri süren sivil toplumun sözcülüğünü yapan Eric Hoffler, “Tarihte büyük eser yaratan kişiler, hep büyük şehirlerde ortaya çıkmışlardı. Yaratıcı kişiler köyde, ormanda, kırda, dağ başlarında ortaya çıkmıyorlardı. Nasıl çıksın ki, yabancı şeylerin hoş karşılanmadığı ortamda ne yaratılabilir ki? İnsan şehirde insanlığını bulmuştur. Şehir olmaksızın insan da bir şey değildir. Ancak ne var ki insanı kokuşturan, dejenere eden de şehirdir. Eğer biz şehirlerimizi yaşayabilir ve yaşanabilir durumda devam ettiremezsek bazı büyük ulusların ölümünü görebiliriz” diyordu.

Tarihçi Henri Pirenne’e göreyse sivil toplum dediğimiz sadece idari siyasal değil dinsel otoritenin üzerine inşa ediliyordu. (Ortaçağ Kentleri). Bu kitapta Pirenne: “Gerçekten, 6.Yy’ın başlangıcından itibaren civitas sözcüğü, piskoposluğun merkezi anlamını kazanmıştır. Kilise, temelinin dayandığı imparatorluktan sonra varlığını sürdürürken, Roma kentlerinin varlığının korunmasına büyük ölçüde katkıda bulunmuştur. Her kent çevresindeki kutsal alanın pazarı, o yöredeki büyük toprak sahiplerinin kışlık barınağı ve uygun bir yerde kurulmuşsa , Akdeniz kıyılarına yakınlığı oranında gelişmiş bir ticaret merkeziydi.” demektedir.

Peki farklı mı?

Yazıdan sonraki zaman dilimi günümüzden 5 bin yıl önceki upuzun evredir. Öncekinin ise milyonlarca yıl sürdüğü tahmin ediliyor. İnsanın bırakalım alet edevat yapmasını bir taşı yontabilecek aşamaya geçmesi bile binlerce yıla tekabül ediyor.Yazının icadıyla tarihli dönemler başlamıştır: Sırasıyla antik dönem, Paleolitik Çağ (Eski -Yontma- Taş), Neolitik Çağ (Yeni -Cilalı- Taş), Kalkolitik Çağ (Bakır Taş), Tunç Çağı ve Demir Çağı’dır. Neolitik devir yani taş döneminin son evresi “neolitik devrim” olarak adlandırılıyordu. Bakır madeninin bilhassa tunç ve demirin keşfi gelişme sürecini hızlandırmış yazının başlattığı kültürel gelişme ilk uygarlıkların ortaya çıkışını sağlamıştır. Kağıdın bulunması ve matbaanın icadı ise endüstriyel devrimden Yazılı tarih insanın bedensel evriminden kültürel evrime tam olarak geçtiği zamanı (çağ) kapsar.Yani kültürel devrelerden her biri bir taşa şekil verip onu kullanmakla eşdeğer. Avcılık ve besi toplayıcılığı insana ilişkin bildiğimiz tek ekonomik etkinliktir.

Ya kentleşmeye ilişkin olan kültürel evrim…

Saydığım bütün evreler taşın sonra madenlerin işlenmesinden ibaret. İklimlerin ısınması hayvanların evcilleştirilmesi kültürel gelişmenin birer halkasıydı. Mağaralarda barınan yüksek tepe güvenli kayalıklarda ev kuran insanın düzlük yerlere inmesi için binlerce yıl geçmesi gerekti. Çünkü insanın yaşaması için aşağılar hiç tekin değildi. Soğuk ve zor söz konusu idi.

Peki farklı mı?

Sanırım Coğrafyanın insan karakterini tayin ettiğine ilişkin değerlendirme İbn Haldun’a aitti. Napolyon’un da benzer bir sözü vardır:“Coğrafya ülkelerin kaderini belirler!” şeklinde. “Tek korktuğum düşman doğadır.” demesi de bu sözleri iklim ve yer şartlarından başarısız olduğu bir seferden sonra sarfettiğini düşündürüyor.

Kısaca özetlersek, o upuzun zaman dilimi olan paleolitik çağda insanlar henüz binlerce yıllık bilgi ve kültürel birikimden yoksun olarak mağaralarda yaşamak ve avcılık toplayıcılıkla yetinmek zorundaydı Bir sonraki neolitik çağda ise köyler kurup üretime geçebildiler… Kalkolitik dönemde üretimde uzmanlaşıp toplumsal gelişmelerle tanıştılar. Tunç çağı ise ilerlemenin başlangıç noktası oldu Karmaşık toplumsal yapılara ulaşması bu sayede oldu. İnsanlığın ilerlemesinin doruk noktası ise demir çağının başlamasıdır.

Jean-Jacques Rousseau, “Kentiyapılar oluşturur, ancak bu yapıları yapan yurttaşlardır” demiyor muydu. Yaşadığım kent Bursa bu insanlık gelişim evrelerinde hangi aşamalardan geçmişti, Bursa’nın tarihi nerede başlıyor ve hangi izlerde yaşıyor ve şimdi bu izler (buluntular) ne hallerdedir? Buna yanıt arıyordum…

(3)
Taşlar değil, yapılan işler anıtları meydana getirir.
(J.T.Motley)

Maddeye yaratıcı gibi yaklaşmak sanatı özgür kılmakla mümkün…Sanırım yine Emre Kongar’a ait ifadeydi. Üniversite okuduğum yıllardaki bir kitaptan..O yıllarda yakın bir komşumuz vardı Adam benim de doğduğum aynı kenar bir mahalleden çıkıyor NASA’da çalışıyor. Yerel gazetelerden birinde röportajı çıkıyor. “Bilim adamı olmaya nasıl karar verdiniz?” diye sormuşlar. Not almışım şöyle diyordu: Bilim adamı olmaya yönlenmem, üniversite okuduğum ortamın getirdiği bir sonuçtur. Yoksa hiç kimse bilim adamı olacak diye dünyaya gelmez”. Oysa çağdaş insan değerlerini insan onuruna saygı sevgiyi eğitimde eşitlik, özgürlük, üretken ve yapıcı tartışma ortamını savunan insanları toplum olarak anlayabildik mi, Server Tanilli gibi bir aydının çektiği acıları unutmak mümkün mü?

İşte Mir İşte Uluslararası Uzay Üssü… Binlerce yıl mağaralarda yaşayan insanlık bilmediği yerlere ulaşma cesareti gösterebilir miydi adım bile atamazdı herhalde. Günümüzde bu cesareti gösteren bilim insanları belki de milyonlarca yıl sonra yeryüzü dışında da yaşam ortamı yaratmayı başardılar.

Binlerce yıl sonra insanın en temel gereksinimi sayılan barınma sorunu tam olarak çözülmemişken günümüzde bazı araştırmacılar kentlere ilişkin olarak “küresel köy” ifadesini kullanıyorlar. Onlara göre ulus, devlet gibi kavramlar yerine zihinsel ve mekansal olarak dönüşüm merkezleri olarak kentler ön plana çıkmaktadır. H.Spenser de gibi bireyci, işlevsel ve salt ekonomik açıdan ele alınan kentleşme olgusu halbuki M.Faucault’un deyişiyle “biyo-iktidar” yoluyla yani iletişim ve bilgi ağlarıyla kontrol edilebilir hale geliyordu.

El oğlu uzaylarda yaşam alanları yaratmışken… Bir şeyin tabu olması için anlaşılması değil anlaşılmaması şarttır diyordu Kemal Tahir. Karl Marx da, “Görünen gerçek olsaydı bilimlere gerek kalmazdı.” Eğer bilgi olmasaydı artık yapay uydular nasıl gerçek olabilirdi. Tarihçi Fernand Braudel Uygarlıkların Grameri isimli bir kitap yazar ve şöyle der: “Yollar neredeyse şehirler oradadır.” Ne yazık ki bir uygarlık gelişim ölçüsü olan nesneler bizde hala salt bir politika malzemesi sayılabiliyor. Düne kadar karşı çıktıkları olguları bugün büyük bir iştahla savunabiliyorlar…

Düşünmeden, acımadan, utanmadan
yüksek kaleler kurmuşlar dört yanıma.

Umutsuzluk içinde böyle hep
bir şey düşünmez oldum alınyazımdan başka.

Dışarıda görülecek bir sürü işim vardı
ben nasıl sezmedim kaleler kuruldu da.

Ses seda işitmedim çalışan işçilerden
habersiz kapadılar beni dünyanın dışına.

Böyle sesleniyor C.Kavafis. Yüksek yüksek tepelerden kaya ve ağaç oyuklarından düzlüklere inip yerleşik yaşama geçen insanlık neden yeni baştan etrafına duvar ördükleri kaleler, şehirler kurdu. İklimler değişip yeni bitkiler, yeni hayvanlar, yeni eşyalar, yeni evler ortaya çıktıkça insanlık doğaya daha kolay uyum sağlayıp kontrol altına alma olanağına kavuştu. Ama kendi çevresine de duvarlar örmeye başladı.

Yaklaşık 20 büyük uygarlığa beşik olan Anadolu için; Anadolu mozayiği deyimini kullanıyor Veli Sevin de (Anadolu Arkeolojisi). Coğrafyası farklı , doğal kaynakları farklı uygarlıklar inşa ede ede bugünlere ulaşmış renkli bir tablodur Anadolu… Ne yazık ki altını bulup işleyen ve parayı icat eden coğrafyada da bununla birlikte büyük kale kentler (sitadel), zengin ticari koloniler, bey sarayları kuran insanlar süs eşyalarını ve silahları da keşfetmişti…

Halil inalcık (Devleti Aliye) Bursa’nın 15 ve 16. yy da Ortadoğu’nun en önemli ticaret ve sanayi merkezlerinden biri olduğunu belirtiyor (S.268) Ancak ipekli dokumacılık gelişmesine rağmen bunu sürdüremediğini belirtiyor:

Geçmiş zamanlardan kalan aydınlık
İpek gecelerine iner sel gibi.
Yıldızların koynunda erir aydınlık
Yeşil rengi bir darbımesel gibi.

İlhan Geçer’in bu şiirinde kalan mısra şimdi: İpek ve yeşil…Her ikisini de çoktan unuttuk halbuki. İki vefalı dost gibi terkettiler bizi. Gelelim ipek tenli yeşil dokulu Bursa’ma. Nerede… Uygarlıklar mozayiğinin zümrüt yeşil coğrafyası.

Yaşamsal izler, ilk gerçek buluntular Bursa’dan çok uzakta ve geç neolitik çağa aitlerdi. İznik Gölü batı kenarında Ilıpınar höyüğünde ve Yenişehir ovası Menteşehöyükte yapılan kazılar 8 bin yıl öncesine işaret ediyordu. Göçebe çiftçi ve yerli balıkçı kültürlerini belgeleyen izlerdi bunlar. Her biri bir su kenarında deniz kıyısına yakın kurulmuşlardı. Basit, sade…

Hitit beyleri, Frig (Phryg),Urartu ve Lidya krallıkları kurulmuş sırayla. Antik çağların merkezi devletleri de kimi zaman dost kimi zaman istilacı olmuşlar birbirlerine sonrakiler gibi. Antik çağın bitimi Yunan kolonilerinin ve göçmen kavimlerin (Bithynia) )dağılması ve dinsel çatışmaların üzerine kurulan Roma-Bizans devleti ile kapanıyor. Osmanlı beylerinin ılgar boylarının kuvvetiyle kurduğu Osmanlı Devleti tarih sahnesinde yerini alıyor…

bizanslı bir duvar
osmanlı bir çınar
dağların etekleri tutuşmuş
yanar ha yanar
sebillerde su
ocaklarda kül
say ki bir yürektir
yarası derin
kanar ha kanar

Hüseyin Yurttaş “Bursa düşleri”nde geçmişin izlerini arıyor. Her şiirde olduğu gibi şaire hem daüssıla hem hüzün veriyor bugünkü Bursa…

Bursa’da iki nitelik iç içe geçmişti. Biri uzun zaman bir beylik merkezi olarak öbürü dinsel, söylencesel ve mistik olarak yönetsel ve mekansal özellikleri iç içe barındırıyordu. Tıpkı antik dönem höyüklerinde olduğu gibi o nedenle Bursa’da da bugün geçmişinin izlerinde bu kültürlerin yaratımları iç içe yaşar. Bir köşede bir Yunan sunağı öte yanda Bitinya mezarı Bizans’a ait bir kilise ve sur Osmanlı yapısı cami ve türbe hep beraberdir. Tabii günümüzün kah beton ve camdan yapılarıyla kah sonradan görme taşlarla asıl kimliği iğdiş edilip de birbirine karışarak…

Eskiden tüccarlar ve soylu sınıflar kentin merkezinde yaşarmış şimdi tersi. Aklıma Balibey geliyor, bu yüzden şu repliği hiç unutmam. Belphégor’un Hayaleti’nde dünyanın en büyük müzelerinden biri olan Louvre Sarayı’nın Mısır uygarlığı galerisinin girişine yapılan cam piramitten geçerken şöyle diyordu Müfettiş Verlac (Michel Serrault) : “Buraya ne yapmışlar böyle Disneyland gibi olmuş Birgün burası Amerika gibi olacak.”O yüzden (Cafeler- AVM’ler dikerek üstelik) yıkım ve sürgünler (yani gentrifikasyon) sur diplerindeki kent yoksullarına yazgı olmamalı. Elbette tarihsel mekanlar ile barınma hakkı ikisi de korunabilirlerdi.

Tarihçiler her taşın bir ruhu vardır der. Ve surlar… Surlar boyunca yürürseniz siz de göreceksiniz… Eski Bursa’nın hallerini…

Düşünmeden, acımadan, utanmadan
kocaman yüksek duvarlar ördüler dört yanıma.

Ve şimdi oturuyorum böyle yoksun her umuttan.
Beynimi kemiriyor bu yazgı, hep bu var aklımda;

oysa yapacak bunca şey vardı dışarda.
Ah, önceden farketmedim örülürken duvarlar.

Ama ne duvarcının gürültüsü, ne başka ses.
Sezdirmeden, beni dünyanın dışında bıraktılar.

(Constantino Kavafis)

TAMER UYSAL

dosteli2@gmail.com

ZEYTİNİME DOKUNMA…

Featured image

Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak yanı ağır bastığından.
(Nazım Hikmet)

Bursa coğrafi konumu dolayısıyla doğal ve tarihsel kaynakları oldukça zengin bir kent. Bunu son yıllarda kent kozmopolit bir yapı kazandıkça daha iyi idrak edebiliyorum. Ancak bir çok kentte varsıl olmamanın sonucu olarak insanımız bilhassa yoksul insanlarımız farkına varmıyor varamıyor. Nasıl varsın ki ülkede 10-12 yıldır egemen olan zihniyet insanların bilhassa mütedeyyin insanların alışılmış araçlarla dikkatini celbetmeyi ya da başka yerlere çekmeyi dağıtmayı çok iyi beceriyordu. Zaten okumayan tek tipliliği yadsımayan bir toplumda farklı bir netice de beklemek abesle iştigaldi. Şundan varıyorum bu sonuca Bursada yaşayıp da Yeşil Türbede gömülü osmanlı padişahının kim olduğunu bilmeyen yarıdan çok fazla insan var Uludağ ı görmeyen o kadar çok insan.. Tıpkı İstanbul da dizi dibindeki boğazı görmeyen İnsanları var olması gibi. Bunu uydurmuyorum bunlar yakın tarihte yapılan anket araştırmalarında çıkan sonuçlardır. İsterseniz deneyiniz, daha zor bir sual olacak belki ama hergün binlerce insanın geçtiği Timurtaş paşa türbesi önünde yapın bu testi: Kaç kişi şehrin kesinlikle en canlı bu muhitinde yatan zatın adını bile zikredemez. Adım gibi eminim.

Peki bu bir eksiklik mi elbette değil. Her mezarın başında bir yazıt var ve ordan bilgi edinebiliyorsunuz. Eksiklik olarak görülen ne olabilir peki. Elbette tarih yazımı konusundaki eksiklik. Ne diyordu Mehmet Akif “Kıssadan Hisse” şiirnde:

Geçmişten adam hisse kaparmış… Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
‘Tarih’i ‘tekerrür’ diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?

Bursa’nın simgelerini içeren çok yerinde bir yazı kaleme almıştı Ramis Dara. “Türkiye ve Dünya Ormanında Bursa’nın Simgesi Nedir!” diye soruyordu. Yıllar önceki bir yazı. Sanırım Bursa Defteri adlı bir dergide yayınlandı. Şunları sıralamış. Uludağ, teleferik, Prusuias-Osman Gazi-Orhan Gazi ve türbeleri, Erguvan, Çınar, Yeşil Türbe, Ulucami, Karagöz, Cumalıkızık Evleri, Hanlar, İznik çinileri ve Kılıç kalkan.

Yazarın seçtiklerine katılmamam mümkün değil. Hele surları dahil etmemesiyle ilgili yorumuna katılmamak hiç mümkün değil… Bugün kaybettiğimiz bir çok değer var. Bunlardan hiç birisini haklı olarak adaylar arasına koymamış. Koyamamiş. Çünkü yitip giden kaybolan değerler bunlar. Saydıkları hakkında ise hemfikirim.

Geçtiğiz yıllarda bir anıt-mezar bulunmuştu Bursa’da 2 bin yıl öncesine tarihlenen. Sonra o mezarın talan edildiği yazıldı Anıt mezarda ilk bilimsel araştırmaya girişen Uludağ Üniversitesi Öğretim Üyesi. Prof. Dr. Mustafa Şahin hem de Belediyenin kendi bastırdığı dergide “arkeolojik park” olarak değerlendirilmesini salık vermesine rağmen dinleyen olmadı. Bu bölgede hiçbir ciddi çalışma yapmadılar. Çevresini tel örgüyle çevirip toprakla örtmekle yetinildi. Mezarda rastlanan bronz bir obol (sikke) den yola çıkıp hakkında bilgiler net olmamasına karşın kral mezarı deyip çıktılar. Velakin Bitinya kralı kimin umrunda. Bu binlerce yıllık buluntu üstü kapatılıp unutuldu gitti. Yani Bursa’yı kuran ya da ünlü komutan Hannibal’a kurdurduğu rivayet edilen Prusias ve anıtı hakkında bir şey bilen var mı? Doğma büyüme bu kentteyim bu konu hakkında yazıp çizen bilmem.

Simgelerden biri de Karagözmüş. Hacivat ve Karagöz de Bursa denilince akla gelen isimlerden. Onlardan geriye kalan geleneksel bir sanata dönüşen “gölge oyunu” Günümüzde pek yer bulamasa da hala bayram ve ramazanın yegane eğlencelerinden birisi. Onlarla da ilgili kesin bir bilgi yok elimizde. Güya Orhan ya da Yıldırım zamanında yaşamışlar ve cami yapım esnasında çalışanları nüktedanlıklarıyla oyalandıkları için ölümle cezalandırılmışlar. Ezel Akay ile Levent Kazak bu konuya farklı yorum getirmişlerdi. Hacivat ve Karagöz Neden Öldürüldü filmiyle. Senaristlere göre öldürülmeleri o kadar basit nedenden değildi. Devlet yönetiminde bazı isimleri rahatsız etmişlerdi. Bunlardan birisi olan Vezir Pervane (Güven Kıraç) kolay kolay unutulmayacak bir söz etmişti, “ Mizah bir yumruktur kime vuracağı belli olmaz” diye…

“Bu, dünyaya örnektür. Bu ruhun ışığıdur. Bu da, ete kemiğe bürünmüşlüğün, ademin vücudun halidir. Bu ruh ışığu artlarından aydunlattıkça cisimler ve vücutlar bu dünyada görünür olurlar. Işık sönünce vücut kaybolur gider, geriye bomboş bir dünya kalır…” Filmde bahsi geçen bu sözler Hacivat ve Karagöz oyununun yaratıcısı olduğu rivayet edilen Şeyh Küşteri’ye ait olduğu iddia ediliyor. Şeyh Küşteri, padişahın Hacivat ve Karagöz’ü canlandırmasını buyurduğu kişi olarak bilinir mezarı kayıptır. Bir zamanlar Tayyare Kültür Merkezi’nin oralarda olduğu söylenirdi. Mezarın buradan kaldırılıp anıt mezara taşındığı söylenir.

Hacivat’ın evi
Köşede ufaraktan
Bir tüfek atımı duraktan
Kapı pencere elekten
Döşemeler zemberekten
Dökülmekten
Sökülmekten
İncelmiş süprülmekten

Turgut Uyar böyle diyor Hacivat’ın Evi isimli şiirinde. Edip Cansever’in en sevdiği on şiir diye not almışım. Oyunun aslı kökeni hakkında çeşitli iddialar ileri sürülse de Bugün Karagöz ve Hacivat adına 1982 yılında yapılmış bir anıt mezar bulunuyor Çekirge (Plai) olarak anlan semtte. Arkasında Karagöz’ün mezarı varmış. Gönül Akıncı isimli seramik sanatçısı tarafından yaratılan tasvirler de anıtı süslüyor. Çekirge deyince meşhur Bursa kaplıcalarından söz edilmemesi herhalde günümüzde tıbbi ticari alana peşkeş çekilmesinden dolayısıyla olsa gerek.

Dara, surların ise orijinale uygun olarak restore edilemeyeceği için -ki öyledir birkaç Osmanlı tarihçisinin yazdıklarından ya da temel buluntularından yola çıkarak- önerilenler arasına sokulamayacağını belirtmektedir.

Bugün Bursa’da varolan surların hali pür i perişandır. Restorasyon tatbik edilip icra edilenlerin neticesi ise daha daha büyük felakettir. Ancak onların şu an ortaya çıktığı şekilde yıkılıp dekor yani canlandırmaktan öte gitmemiştir. Bey Sarayı hakkında yazılanlar da rivayetten öte değildir Ya sarayın içine bile girmemiş batılı gezginler ya da Osmanlı devlet ulemasının (Aşıkpaşazade, Lami Çelebi vs.) yazdıkları teferruattır.

Bugün İznik çinileri mass production yani seri üretime yenik düşmüştür. Tek tük atölyelerde seramik sanatçıları İznik çiniciliğini yaşatmaya çalışıyorlar. Çini tıpkı Bursa’nın nebatatları gibi yokolup gitmiş. Kestane, şeftali hatta dut diye bir şeyden söz etmek mümkün mü? İpek böceği de onla beraber uçup gitmiş… Bursa’nın, padişah saraylarını süsleyen, atlas, seraser, çuha, diba, hatayi, kemha, çatma, kadife, canfes, sereng, gezi, zerbaft, kutnu, aba, sof, selimiye’si… Bu kumaşları üreten ipekhaneler kaybolup gitmiş. Dokuma evlerinden de öyle pek eser kalmış sayılmaz. Bunda kuşkusuz Halil İnalcık’a göre Osmanlı’nın güttüğü ticari politikayı da göz ardı edemeyiz.İpek de dokuma endüstrisine feda edilmiş olarak tabii vasfını kaybedip başka ellere teslim edilmiş.

Erguvan ve Çınar adından ne kadar söz edildiyse bence Zeytinden de o kadar söz edilmesi gerekti. Bunu bir eksiklik olarak mı görüyorum . Tabii ki evet. Yazar bildiğim kadarıyla bu şehrin nebatatına benim kadar düşkün birisidir. Zeytinin aklına gelemeyeceğini düşünmüyorum .Ama Bursa’da en az çınarlar ve erguvanlar kadar büyük bir simge de zeytin olmalıydı. Zeytin Akdenize (bilhassa Ege kıyılarına) özgü bir bitkidir. Maki denen bitki örtüsünün içinde erguvanlar kadar zeytin de sayılmalıdır. Çınardan daha uzun ömürlüdür. Ne soğuktan azzeder ne de fazla sıcağı sever. Bilhassa önem bakımından çok eski zamanlardan beri İznik (Nikea) ve Gemlik (Cius) Bursa’dan çok çok ileride gelirler. İznik bir devlet komuta üssü iken Bursa sönük bir tekfurluktur ve doğrudan İznik’e bağlıdır. Tabi ki bir de Mudanya (Myrlea). Ve bugün zeytin her iki ilçenin logosunu süslemektedir. Yazar deniz hinterlandına yani dar arkada kalan bölgesinde olmasını seçimlerini yaparken göz önünde bulundurmuş da olabilir…

Bursa Senfoni orkestrası Uludağ Üniversitesi’nin önayak olmasıyla oda orkestrası olarak kurulmuş. Belediye desteğiyle çalıştıktan bir süre sonra ilk bölge senfoni orkestrası olarak Kültür Bakanlığı’na bağlanmıştı.

Ya Bursa türkülerinin hikayesi… Ben de Halil Bedii Yönetken – Mustafa Sarısözen tarafından derlenmiş, “Ben yemenimi al isterim” türküsünün yeri başka. Al ve yeşili sevdiğimden midir mi bilmem bu türküyü seviyorum… Ama zeytinden söz açılmışken “Zeytinyağlı Yiyemem” türküsünün hakkında son yıllarda tekrar gündeme gelen rivayetlerden de bahsetmeden geçemem.Bu türküyü Yunanlıların ünlü laiko şarkıcısı Glykeria Kotsula ve bizden de Zara icra etmişlerdi. Hatta popüler hale sokulan bu türküyü Candan Erçetin de repertuvarına almıştı. İlginç olan Bursa Güvende yani Bursa yöresine özgü halk oyunlarında seslendirilen türkülerden biri olarak Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin Orhan Şallıel şefliğinde Orkestra tarafından icra edilen Bursa Köy Güvendeleri adıyla yayınladığı albümde de yeralmıştır…

Bilhassa zeytine ve zeytin ağacına nereden mi geldim. Zeytin ağaçlarının her geçen gün Bursa’nın varolan simgelerini bir bir kaybetmesi, kısa bir süre önce Manisa’nın Soma ilçesi, Yırcalı Mahallesi’nde termik santral yapılacak bölgedeki zeytin ağaçlarının kesilmesi ve köylülerin dövülmesi olayının bana anımsattıklarından elbette. Bu türkünün hikayesi de bu ve benzer olayların kökenine ışık tutuyordu. Her ne kadar iddia olduğu ileri sürülse de adından dinsel kitaplarda ve efsanelerde de bolluk ve ölümsüzlük simgesi olarak söz edilmesi ve bu ağacın tanrısallık ifade etmesi yanında faydalarının ise binlerce yıldır bilinip de insan istifadesine sunulmasına rağmen nedense bu sözüedilen türküde gözden düşürülmeye çalışılması yani bir manada kötülenmesiydi.

Zeytin neden simge olmalıdır. Anımsadıklarımdan birisi de Türk-Yunan dostluk nişanesi olarak Karagöz Parkına zeytin fidanı dikim töreni’dir. 17 Aralık 1999 diye not düşmüşüm. Büyük depremin acılı günleri… Acımızı paylaşan Yunan halkı adına bu günlerde fidanı Helsinki Zirvesinde Başbakan K.Simitis Ecevit’e armağan etmişti. Karagöz Parkı’ndaki dikim töreninde Başkonsolos Fitsos Hidas da bulunmuştu. Her şeyden önemlisi barışın ve Ege’nin iki yakasındaki halklarının kardeşliğine simge olan bu ağaç Bursa’da Çekirge semtinde Karagöz parkına da dikilerek tarihi bir olayın da baş kahramanı iken, büyüklerimin hatta anneannemden anımsadığım kadar sık sık şifa niyetine içerek vücuduna da sürdüğü ve faidesinden hiçbir zaman imtina etmediği zeytinyağı hakkındaki bu iddialar neden kaynaklanıyordu. Kaz dağlarının altını üstünü oyan siyanürlü altıncılar için ne demişti Ahmet Uysal,

siyanür buğusu üflendi
zeytinime pamuğuma
gümüşle kör edildim

Aslında o günlerden bugünler arasında pek fark yok. Canlı için adeta yaşam iksiri yerine geçen usaresi ile ilgili dönen dolaplar bana Ortadoğu’da dönen dolapları akla getiriyor. Ortadoğu petrolü için niye bunca kavga veriliyor. Çünkü buradaki petrol dünyanın en nitelikli maliyeti en düşük petrolü. Tıpkı Z.Yağı da öyle. Dünyanın en yararlı bitkilerinden. Hatta belki de en iyisi. Yüzyıllardır. Kaynaklara göre onbinlerce senedir. Antik kalıtlarda bilhassa anforalarla taşınan yegane metanın yani ticaret malının altın sıvı, zeytinyağı olması bunu göstermiyor muydu? Kısaca özetleyecek olursak sen şişirme mısırı kullan diye sana reva görülen mısır yağı margarin in tıpkı petrolde olduğu gibi bazı çuşlar kanalıyla (çok uluslu şirketler) el oğluna taşınmasından ibarettir. Süttozuna razı edip Kore’ye itelendiğimiz günlerin hikayesi… Bir Akdeniz ağacı olan zeytinin yağından mevcut bakımdan hallice olmayan ABD Mısır yağını dolara dönüştürmek için ya kendi kullanacak ya da sana satacaktı İkincisini tercih etti. Bugün ABD tohumculuk ve tahıl tekelleri NBŞ (Nişasta bazlı şeker) üretimi yaparak da petroldeki siyaseti tarıma da bulaştırmış görünüyorlar. En açık örneği Ukrayna olaylarıdır. Buradaki hadiselerin de bu ülkedeki hükümetin tahıl üretimine koyduğu kotadan kaynaklandığı sanılmaktadır.

Daha dün Yırcalı’da yaşananların arkasında yatan görüntü bana devrim arabaları hadisesini de çok yakından anımsatıyor. Hani şu benzin yüzünden yolda kalan 4 arabanın hikayesi. O da bir yutturmacaydı. Elbette “Adı devrim olan bir arabanın sokaklarda dolaşmasına zaten izin vermezlerdi”vermeyeceklerdi. Yoksa bugün memleketin müsrifliğinin bir nolu dış masraf kaleminin otomobil ve yakıtı olmaması hiçten bile değildi….

Bir yazar zeytin için, “tarihin tanığıdır, bir hikayedir, şiirdir, ağıttır, acıdır, hüzündür ve mutluluktur.” demişti. Tıpkı Roni Margulies  şiirinde olduğu gibi:

Her geçtiğimde yanından bir zeytin ağacının
sormak gelir içimden: Anlatsana ihtiyar,
küçükken daha sen nasıldı bu topraklar,
kimler geçer yanından, kimler giderdi?

Fenikeliler getirmiş diyorlar buralara seni.
Tuzlu muydu Akdeniz’in suları o zaman da?
Yakıcı mıydı böyle yine öğle güneşi?
Neye benzer, neler düşünürdü Fenikeliler?

Uzun yaşamak kolay. Ya hatırlamak her şeyi?
Sallayıp gövdeni zeytin toplayan insanların
değiştiğini görmek yaklaşık otuz yılda bir,
babadan oğula, izledikçe nesiller birbirini?

Her geçtiğimde yanından bir zeytin ağacının,
düşünmeden edemem: yaslanıp yaşlı gövdesine
kimler dinlenmiş, kimler uyuklamıştır acaba
ılık bir yel eserken yapraklarının altında?

Sorasım gelir her defasında: Anlatsana ihtiyar,
neler gördün, neler kaldı yüzyıllardan aklında?
Nasıl insanlardı Haçlılar? Eski Yunanlılar?
Korkunç muydu Aksak Timur denildiği kadar?

Evet, diye fısıldar yemyeşil yapraklar adeta:
“Koca koca ordularıyla geçtiler önümden hepsi,
gümüş kakmalı kılıçları, ipek takımlı atlarıyla.
Geçtiler… ve gittiler ama işte, yoklar artık hiçbiri.
Buradayım ben hâlâ

Ve tıpkı devrim arabaları aslında unutulan devrim gibi zeytinin şanlı hikayesi de dışa hibe edildi…Zeytinler türküdeki gibi derdest edilirken Bursa’nın, Türkiye’nin hatta Dünya’nın en incancıl en dostane duygusu olarak barış ve simgesi de çıkarlara feda edildi…

TAMER UYSAL

dosteli2@gmail.com